Foruma hoş geldin 👋, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Büyük Kapatılma

bullvar_katip

Administrator
Katılım
21 Mayıs 2024
Mesajlar
532,105
“Michel Foucault, 1926’da Poitiers'de doğdu.” Felsefe ve psikolojiyle ilgilenen Foucault, bu alanlarda Fransa'nın ünlü eğitim kurumlarında dersler verdi. Suç, delilik, kapatılma, psikoloji, psikanaliz, siyaset, iktidar, bilgi gibi konuların üzerinde durduğu yazılarının ve söyleşilerinin bir derlemesi olan Büyük Kapatılma adlı kitabında okurlarını bu kavramlar üzerinde yeniden düşünmeye sevk ediyor. Bu kavramların tanımları ve toplumdaki algıları üzerinde duran Foucault, geçmişten günümüze “kapatılma” eyleminin geçirdiği serüveni anlatıyor. Kapatılmanın çok yönlü arka planında psikolojinin ve iktidarın etkilerini analiz ediyor. Kapatılmayı incelerken çıkış noktası olarak “1656 yılında Paris'te kurulan Hôpital Général (genel hastane)” i seçiyor. Nitekim Foucault, bu hastanenin kurulmasıyla yaşanan toplu halde kapatılmaları “Büyük Kapatılma” olarak adlandırmıştır. Zaman içerisinde kapatılanların gruplandırılması, oluşturulan bu gruplarla ilgilenecek uzmanlık alanlarının doğması, kapatılmaların amaç-sonuç ilişkisi bakımından incelenmesi gibi hususların üzerinde durmuştur. Delilik “Deli, aklını yitirmiş olan, akli dengesi bozulmuş olan, mecnun, coşkun, azgın ve çılgın” gibi anlamları ihtiva etmektedir. Foucault'un tanımlamasıyla da deli; “çalışmanın, toplumsal yeniden üretimin, söylemlerin, oyun ve bayram gibi toplumsal eylemlerin de içinde bulunduğu tüm alanlardan dışlanan, reddedilen kişilerdir.” Foucault, deliliğin tarihi üzerine düşünürken, deliliğin her zaman dışlandığını, reddedildiğini savunur. Bunu incelerken deliliğin tarihini üç döneme ayırır: İlk çağlarda deliliğin statüsü Sanayi toplumunda delilik statüsü 19. yüzyılda meydana gelen değişim Üç ana dönem ekseninde deliliğin tarihini inceleyen Forucault, deliliğin konumunun modern toplumda temelde değişmediği sonucuna varır. Bu sonuca varırken yaptığı uslamlamayı incelemek gerekmektedir. İlk çağlarda deliller, toplum içinde ürkütücü bir konumda bulunuyorlardı. “Örneğin, ilkel bir Avustralya kabilesinde deli toplum için, doğaüstü bir güçle donanmış, korku verici bir varlık olarak kabul edilir. Diğer yandan, bazı deliler toplumun kurbanı olurlar. Her durumda bunlar çalışmada, ailede, söylemde ve oyunlarda diğerlerinden farklı davranışları olan kişilerdir.” Ortaçağ'da ise deliler, toplumdan bütünüyle tecrit edilmek yerine toplumla birleşik, ancak bireysel olarak daha özerk yaşamalarına izin verilmiş, kabullenilmiş bir halde varlıklarını sürdürmekteydiler. Ortalıkta serbestçe dolaşmalarına, dilediklerini yapmalarına izin verilmişken, sanayi devrimi ile birlikte yaşanan toplumsal değişimler neticesinde delilerin toplumdaki konumu da değişmiştir. Üretim ilişkilerinin artı ürün üzerine kurulmaya başlandığı, kapitalist sistemin hızla bütün üretim ilişkilerine hakim olmaya başladığı bu yeni dönemde bireyler, ekonomiye katkı sağladığı ölçüde varlıklarını sürdürebilmektelerdir. Bu sistem içerisinde üretime katılamayan bireyler ise işe yaramaz olarak görülmeye başlandı. Sanayi Devrimi'nin öncü ülkelerinden olan İngiltere ve Fransa'da oluşturulan büyük kurumlara bu sistem içerisinde “işe yaramaz” gözüyle bakılanlar kapatılmaya başlandı. Bu işe yaramaz kesim içerisinde deliler, hastalar, işsizler, yaşlılar gibi çalışamayacak durumda olanlar mevcuttu. Toplu halde kapatılmaların yaşandığı bu dönemde “1793 yılında Fransa'da Philippe Pinel, delileri zincirlerinden kurtardı ve yaklaşık olarak aynı dönemde, bir kuaker olan Tuke, bir psikiyatri hastanesi kurdu. Delilere o zamana kadar suçlu gibi davranıldığı ve Pinel'le Tuke'un onları ilk kez hasta olarak nitelendirdikleri kabul edilir” Ancak Foucault, delilerin kurtuluşu gibi algılanan bu duruma o kadar da iyimser bakmaz. Delilerin sanayi devrimi öncesinde suçlu gibi görülmeleri söylemine karşı çıkar ve yapılan bu gruplandırmanın da delilerin eski konumlarından bir kurtuluş olduğuna da katılmaz. Sanayi devrimi öncesinde bir delinin kapatılması, dışlanması ancak ailesinin kararıyla mümkünken sonrasında kapatılmalara karar veren yetkililer hekimler olmaya başladı. Bu yetkiyle beraber delilerin hayatlarındaki en büyük yeri de alan hekimler olmuştur. Kapitalist sanayi toplumunda, ekonomiye girdisi veya çıktısı olmayan bu insanlar için yapılması gereken en doğru şeyin onların ayak altından çekilmeleri olduğuna kanaat getirilmiştir. Delilerin kapatılmalarda ayrışmasıyla birlikte onlar üzerine söylemler, tanımlar ve ilişkiler oluşturulmaya başlanmıştır. Delilikle kurulan anlamsal ilişki, bir dönem tedavileri için de kullanılan su ile yapılmıştır. Delinin deliliğini kabul etmesi için soğuk duş uygulaması yapılıyordu. Bu bir anlamda suyun itiraf aracı olarak kullanılması demekti. Su vasıtasıyla doktor ve hasta arasında kurulan ilişki, hasta olanın kendisiyle olan ilişkisine taşınıyordu. Bu durum akıl ile akıl dışı olanı kabul ettirmek demekti. 19. yüzyıl itibarıyla delilik ve su arasındaki anlamsal bağ giderek etkinliğini yitirmiş, yeni dumana bırakmıştır. Sanrılarla, muğlaklıkla, mantıklı olandan uzaklıkla bu şekilde bir anlamsal bağ oluşturulmaya başlanmıştır. Delilerin toplumdan tecrit edilmesiyle, bazı gayri ahlaki, gayri akli durumlar da delilikle özdeşleştirilmiştir. Delilik, özellikle yasak olanla yakın olarak düşünülmesi, delileri toplum ve devlet kurallarına karşı anarşist bir konuma getirmiştir. Kapatılmanın tarihini incelerken Ortaçağ ve sonrasındaki gelişmeler incelenecek olursa, Ortaçağ'daki kapatmaların içeriklerine bakmak gerekmektedir. Onyedinci yüzyılda Paris'te yaşanan büyük kapatılmaların içinde yersiz, yurtsuz, evsiz, işsiz ve eşsiz olanlar bulunuyordu. Bu kapatılmadan kurtulmak içinse ancak bir meslek icra etmek, bir işte çalışmak gerekiyordu. Herhangi bir yargı yoluna başvurulmadan ve polisler eliyle gerçekleştirilen bu kapatılmaya yaşlılar, sakatlar, akıl hastaları, eşcinseller, müsrif babalar, hayırsız evlatlar, çalışmayanlar ve çalışmayı kabul etmeyenler de dahildi. Onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda kapatılanlar arasında birtakım ayrımlar yapıldı. Yapılan bu ayrımlar neticesinde akıl hastaları tımarhanelere, gençler ıslahevlerine, suçlular da hapishanelere gönderildi. Bu anlamda büyük kapatılmalar kendilerini ilk olarak kapitalist toplumlarda gösterdiler. Bu kapatılmalar, devlet üzerinde bir külfet oluştursa da siyasiler bu kapatmaları desteklemişlerdir. Suçluluk Kapatılmaların gruplandırılmasıyla birlikte suçlu olanların hapishanelere kapatılması da tıpkı delilerin tımarhaneye kapatılması gibi onları var olan statülerinden kurtarmayarak iyileşmeleri yolunda da yardımcı nitelikte olmamıştır. Bu yüzden 19. Yüzyılda bir hapishaneye kapatılmakla bir tımarhaneye kapatılmak arasında neredeyse hiçbir fark yoktur. Suçluların kapatılması, onların işledikleri suçu tekrarlamamaları, toplumsal ve siyasal normlara uymaları için yapılan bir iyileştirme aracından ziyade bir cezalandırma aracı olarak ortaya çıkmıştır. 19. yüzyıl öncesinde ise suçlulara uygulanan cezaların içeriği daha çok fiziksel acı çektirme üzerine kuruluydu. Foucault, bir cezalandırma aracı olarak hapishanelerin kullanılması üzerinde durur. Hapishanelerin işlevselliği, amaçları ve sonuçları, bunların toplumsal açıdan getirileri, yazarın sorunun eksenini oluşturmaktadır. Hapishanelerin suçlu bireyleri topluma yeniden kazandırılması için birer tedavi ve rehabilitasyon merkezi olması gibi bir amacı bulunmasına karşın hapishane deneyimi sonrası hükümlülerin psikolojik ve sosyolojik durumlarında bir değişim olmadığı gözlemlenmektedir. Foucault, “ hapishanelerin restorasyon geçirmesinin ya da onları tamamen ortadan kaldırmanın bu sorunu çözebileceğini düşünmez. Ona göre hapishaneler, onlar ortadan kalksa da başka kurumlar toplumda marjinalleşmeyi sağlamaktadırlar. Ancak onun için sorun şudur: Günümüz toplumunun nüfusun bir bölümünü dışarıya itiş sürecini açıklayan bir sistem eleştirisi sunmak.” Toplumda kapatılması gerektiği düşünülen insanların neden kapatılması gerektiği düşüncesinin oluşum sürecini, toplumsal dinamikler ve iktidar bağlamında yeniden düşünmek ve yorumlamak gerekmektedir. Kapatılma kurumlarının oluşturulma amaçları tımarhanelerde bireyleri “iyileştirmek” hapishanelerde ise “topluma yeniden kazandırmak”tır. Foucault, “Modern Dünya'da iktidarın yeni bir işlevinin olduğunu ve bunun da tedavi edicilik olduğunu söyler.” Ancak her iki kurum da bu işlevleri gerçekleştirememişlerdir. Bu başarısızlıklarına rağmen hala aynı şekilde varlıklarını sürdürmektedirler. Özünde birer iyileştirme ya da normalleştirme makineleri olarak ortaya çıkan bu kurumların işlevlerini gerçekleştirememesini gözler önüne sermek için bu makinelerin test edilmesi gerektiğini, bu test sonucunda makinelerin kendi işlevlerine ve amaçlarına yabancılaştığı sonucuna varır. Bu makinelere normal insanlar yerleştirildiğinde onları diğerlerinden ayırarak normal bireyler olarak ayıklayamayan, ancak onların bu durumlarından kendilerine pay çıkarmak için onların normalleşmelerinin söz konusu makinelere/ kurumlara borçlu olduklarını savunacaklardır. Foucault, bu kurumların insanlar üzerindeki teşhis ve tedavilerinde ise iktidar ilişkilerinin ön planda olduğunu düşünmektedir. Modern dünyadaki ilişkileri panopticon sisteminde bir yaşama benzeten Foucault, bireylerin üretim aygıtına, mesleğe, makinelere, cezalandırıcı kurumlara bağlı olduklarını ve bu bağlılığın bir nevi panopticon sistemine benzediğini savunur. Panopticon'da dairesel bir yapı içerisinde dairenin merkezinde bulunan gözetleme kulesi ile onun çevresini oluşturan daire çevresince odaların ve bu odalarda da tutsakların bulunmasıyla oluşan bu sistemde merkezdeki kulede bulunan kişi bütün odaları gözetleyebilmektedir. Temelde bu mantıkla oluşturulmuş, gözetlemeye ve bağlılığa dayalı sitemde bugün insanlar borçlandırılarak ekonomik üretime bağlı kılınmışlardır. İnsanlar tüketim zinciri ile kuşatılmışlardır. Bu panoptizm sistemi içerisindeki en büyük oluşumlardan biri hapishanelerdir. Gözetleme üzerine kurulan hapishanelerde toplumum suçlu olarak adlandırdığı kesimin denetlenmesi söz konusudur. Bu gözetleme mekanizması söylemlerdeki kadar masum değildir. İçerisinden geçen bireylerde büyük etkiler bırakır. Hapishane sistemi içerisinden geçen bireyler damgalanır ve hapishane sonrası hayatları bazen bir açık hava zindanına dönüşebilir. Bu durum diğer kapatılma türleri için de hemen hemen geçerlidir. Farklı kapatılma türlerinde en temel benzerlik ise kapatılma kurumlarındaki iktidar yapısıdır. Bu iktidar ilişkileri içerisinde bulunan görevlilerin, gözetleyenlerin de gözetlenmesi gerekmektedir. Bilgiyi üreten ve ortaya çıkabilecek bir bilginin henüz o bilgi ortaya çıkmadan önüne geçebilen siyasi iktidar, kimin hakikati söylediğine değil, kimin haklı olduğuna da karar verir. Siyasi iktidar, karar verme sürecinde sınama, soruşturma, inceleme ve kanıtlama gibi araçları kullanır. Soruşturma tekniklerinin yaygınlaşması ve gelişmesiyle sınama aracı yok olmuştur. Bir bilgi edinme biçimi olarak soruşturma, iktidar biçimi ile yakından ilgilidir. Zira bilgi ile siyasi, toplumsal, ekonomik bağlam ve özne kurulur. Bu anlamda bilgi, toplumu yönetmek, yönlendirmek ve şekillendirmek için önemli bir güç ve araçtır. 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başında Avrupa'da gelişen ve değişen üretim sistemleri ile birlikte hukuki yapıda da değişimler yaşanmıştır. Hukuki sistem, ceza sisteminin yeniden düzenlenmesi üzerine kurulmuştur. Yaşanan değişimde üç temel ilke, sistemin sacayağını oluşturmaktadır. Bunlardan ilki yasa, ikincisi bu yasanın topluma zararlı ve yararlı olan şeyleri tanımlaması ve üçüncüsü suçun açık ve basit tanımıdır. “Suç, günah ve hata ile yakınlığı olan bir şey değildir; topluma haksızlık yapan bir şeydir; toplumsal bir zarardır, karışıklıktır, tüm toplum için rahatsızlıktır. Sonuç olarak, suçun yeni bir tanımı da vardır. Suçlu, topluma zarar veren, karıştıran kişidir. Suçlu, toplum düşmanıdır. Bunu, bütün teorisyenlerde ve suçlunun toplumsal sözleşmeyi bozan kişi olduğunu ileri süren Rousseau'da çok açık olarak buluruz. Suçlu, iç düşmandır. Tıpkı toplumun içinde teorik olarak oluşmuş sözleşmeyi bozan birey gibi, suçlunun iç düşman olduğu düşüncesi de, suçun ve cezanın teorisi tarihinde yeni bir tanımdır.” Suça ve suçluya toplumsal bir boyut kazandıran bu bakışın hukuki zemine oturması, onların cezalandırılmasını da toplumsallaştırmaktadır. Bireyin bir suçluya dönüşmesi, topluma zarar vermesi muhtemeldir. Ve bu durumda onun cezası, toplumda yol açtığı karışıklığı gidermektir. Modern Dünya’da bu karışıklığı gidermenin yolu ise suçluyu karışıklık çıkardığı toplumdan uzaklaştırmaktır. Ancak bu sayede suçlunun topluma verdiği zararın ortadan kaldırılabileceği düşünülmektedir. Hapis cezasının doğuşundan önce cezalandırmayla ilgili farklı usuller mevcuttu. Bunlar, suçluyu kovmak ya da sürgün etmek, toplumsal zararın telafi edilmesi için zorunlu olarak çalıştırılmak, zararın yeniden vuku bulmasını önlemek için kısasa kısas uygulaması ve kamusal skandaldır; bulunduğu yerde dışlamak, tecrit etmek ve aşağılamaya vatan bir boyutta gerçekleşen, kamuda küçümseme ve tiksinme tepkisi de kışkırtan cezalandırma sistemi olarak tanımlanabilir. Modern toplumda bu gibi cezalar varlığını sürdürmemekte, yerini toplumsal faydayı sağlamaktan uzak olan hapsetme cezası almış durumdadır. “19. yüzyılda uygulanmaya başlayan bu cezalandırma usulü, topluma zararlı olan şeyi soyut ve genel bir şekilde tanımlamayı, topluma zararlı bireyleri uzaklaştırmayı ya da onların yeniden suç işlemeye başlamasını engellemeyi giderek daha az kendine dert edinir. 19. Yüzyılda, ceza usulünün amacı, giderek daha kararlı bir şekilde, toplumu genel olarak savunmaktan çok bireylerin tavır ve davranışlarının denetimiyle psikolojik ve ahlaki reformdur.” Gözetleyici ve ıslah edici kurumların oluşmasındaki amaç sözü edilen bu denetimi sağlayabilmektir. Modern toplumda cezalandırmak için oluşturulan yasal ve kurumsal yapı adeta panoptizm mantığı ile oluşturulmuştur. Böylelikle iktidarlar modern toplumlarda kendilerine ceza, baskı ve denetim gibi pratikleri uygulamak için yeni araçlar edinmişlerdir. Kapitalist sistemin yerleşmesi ile birlikte fabrikasyon üretime geçilmesi ve bu fabrikalarda çalışan işçi sınıfının oluşmasıyla sermaye sahipleri, sermayelerini yatırdıkları fabrikaları işçi sınıfına emanet etmişlerdir. Sermaye sahipleri sermayelerinin güvenliğini korumak için yasalarla el ele vermek zorunda kaldılar. İşçilere duyulan güvensizlikle ve onları potansiyel yağmacı olarak gören sermayeci zihniyet, iktidara yakın olan bir sınıftır. Sermaye sahipleri ve işçiler arasında sömüren ve sömürülen ilişkisi aynı zamanda onları yasal olarak da denetim altına almıştır. Bu yüzden bu cezalandırma yasaları daha çok yoksullar yani sömürülen sınıf için yapılmıştır. Fabrikalarda işçi sınıfının makinelere bağlanması ve aynı zamanda borçlandırılarak çalıştıkları işlerine bağlanması sağlanmıştır. Fabrikalarda beden gücü ile çalışan işçiler sömürenler tarafından bedensel bir denetime tabidir. Hapishanelerdeki mahkumlar da fabrikadaki işçiler gibi hapishanelerde bedensel bir denetime tabidir. Bu kurumların içine giren bireyler bir şeye bağlanırlar; hapishanelerde yasalara, fabrikalarda makinelere bağlanırlar. İnsanları bu kurumlar içerisinde bir şeylere bağlayarak aynı zamanda bu insanların zamanlarını da kendilerine bağlamış olurlar. Kapatılmalarda yaşanan yapısal ve yasal değişimler konuyla ayrı ayrı ilgilenecek olan yeni bilimler doğurmuştur. Psikoloji, psiko-sosyoloji ve kriminoloji bunlara örnek olarak verilebilir. Ve artık insanlar bu bilimlerin inceleme nesneleri haline gelmişlerdir. Mamafih bu bilimler kendilerince tanımladıkları sorunları çözümleyememekte, hatta bu sorunları arttırmakta ve karmaşıklaştırmaktadırlar. Sonuç Toplumlar içerisinde insanların ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarda ayrıştırılması, giderek daha farklı alanlara yayılmaya başlamıştır. Birtakım tanımlamalar sonrasında ayrıştırma işlemleriyle birlikte insanların gruplar halinde kapatılması söz konusu olmuştur. Bu tanımlar ve sınırlar doğrultusunda oluşturulan kurumlar, kendi içlerinde barındırdığı “sorunlu” grupları tedavi etmek, iyileştirmek ve normalleştirmek gibi amaçlar edinmişlerdir. Ancak amaçlar doğrultusunda ilerlemeyen kurumlar, yapısal bir tıkanmaya sebep olmuşlardır. Nitekim bu kurumların oluşturulmasında ve sürdürülmesinde en büyük etken olan siyasi iktidarlar, insanların hayatları hakkındaki, insanların kendilerinden önce karar verici ve şekillendirici bir konumda bulunmaktadırlar. Özgürleştikçe bağımlılaşan, bağımlılaştıkça tutsaklaşan modern toplumu ve iktidarı tanımak, çağımızı anlamak için son derece önemlidir. Kaynakça Kategori:1994 kitapları Kategori:Michel Foucault kitapları
 

Tema özelleştirme sistemi

Bu menüden forum temasının bazı alanlarını kendinize özel olarak düzenleye bilirsiniz.

Zevkine göre renk kombinasyonunu belirle

Tam ekran yada dar ekran

Temanızın gövde büyüklüğünü sevkiniz, ihtiyacınıza göre dar yada geniş olarak kulana bilirsiniz.

Izgara yada normal mod

Temanızda forum listeleme yapısını ızgara yapısında yada normal yapıda listemek için kullanabilirsiniz.

Forum arkaplan resimleri

Forum arkaplanlarına eklenmiş olan resimlerinin kontrolü senin elinde, resimleri aç/kapat

Sidebar blogunu kapat/aç

Forumun kalabalığında kurtulmak için sidebar (kenar çubuğunu) açıp/kapatarak gereksiz kalabalıklardan kurtula bilirsiniz.

Yapışkan sidebar kapat/aç

Yapışkan sidebar ile sidebar alanını daha hızlı ve verimli kullanabilirsiniz.

Radius aç/kapat

Blok köşelerinde bulunan kıvrımları kapat/aç bu şekilde tarzını yansıt.

Foruma hoş geldin 👋, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Geri