Brother Desmond'ın her sabah düğmeye basması gibi bir şey. Günün başladığının işareti. Bir nevi işaret fişeği. Suyun altını yaktığın an hayat başlamış oluyor. "Uyandığında doğru mutfağa git ve kaçak çayla rizeden harman yap" diye hipnotize edilmiş gibi. Misafir gelmediği takdirde neredeyse hiçbir akşam çay koymamış, piknik, mangal olaylarına girmemiş, futbol takımı tutmayan, okey, tavla ve kağıt oynamayan, büyük ihtimalle başka bir galaksiden gelip memlekete dönememiş bir anne babanın çocuğu olarak (hayır, entel değiller) çayla münasebetim sınırlı olmuştur. Üniversitedeyken ve iş ortamında çay hep dolaşımda olduğu için ben de içtim tabii ama aramızda özel bir bağ oluşmadı. Aramızda özel bir bağ oluşmadı. Hararetimi falan almadı çay. Sadece bazen, güzel yapılmış birtakım çaylar "çok iyi geldi" diye. Uzun bir süre, çay demleme hadisesinin çok hassas ayarlamalara tabi olduğunu zannettiğimden, 25 yaşıma kadar filan "ben çay yapmayı bilmiyorum, sen koy" gibi garip laflar ettim. Gözümde büyüttüm. Öğrenmeyi reddettim adeta. Ne kadar çaya ne kadar su? Kaç kişiye ne kadar çay? Demini alması falan sanki çok mucizevi olaylarmış gibi, bir türlü kestiremedim zamanını. Alengirli yemekler yapmaktan korkmadım, çaydan korktum. Çayı bardağa koyma konusunda bile kendime güvenemediğim için bu konuda insiyatif almaktan nefret ettim. Misafire çay koymak kabusum oldu. Çay doldururken hep "sen dur de bana" dedim çaresiz bir şekilde. Artık çay yapıyorum ama çaycı türk insanı standartlarından uzağım hala. Bunun soğuk içileniyle* saplantılı bir ilişkim var halbuki.