Sinema tarihinde, hem popüler ve ticari sinemanın hakim olduğu ülkelerde, hem de film sanatını ticari kaygılardan uzak tutmaya çalışan Avrupa piyasasında, hem de gelişmekte olan birçok Asya ülkesinde başarılı olmuş bu filmin ülkemizde neden bu kadar beğenilmediğini merak ediyorum. Film hakkında birçok güvenilir eleştirmen tarafından yazılan yorumları okudum ve çoğunun filmi çok beğendiğini, ancak aleyhinde yazanların da bu kadar şiddetli eleştirilerde bulunmadığını gördüm. Tabii ki eleştirileri önemsemeyeceğiz çünkü onlar bu işten bizim kadar anlamıyorlar. O zaman şunu merak ediyorum: Ülkemiz sineması, Sinan Çetinler, Mustafa Altıoklarlar ve Yılmaz Erdoğanlar tarafından Amerikan sinemasının taklidini yaparak, ticari kaygılarla dolu, anlamsız ve saçma sapan bir hal alırken, izleyicilerimiz de Amerikan seyircisi gibi mi oluyor? Yakında sinemalarda, zenci dostlarımız gibi bağırarak, telefonla konuşarak ve ortalığı karıştırarak mı film izleyeceğiz?
"Durgun bir film", "hiçbir şey olmuyor", "kötü senaryo" ve "Avrupa filmi taklidi" gibi eleştirileri bu filme yöneltenleri anlamakta zorlanıyorum. Filmin yavaş ilerlemesinin, sanki o anları yaşıyormuşuz gibi gerçekçi bir anlatım sunan en güzel yanı olduğunu düşünüyorum. Her anında, her sessizliğinde, bakışlarında ve duruşunda derinlikler barındıran, izleyicileri bu derinliğe davet eden bir tempo var filmde. Bu nedenle, birçok kişi tarafından beğenilen senaryo, "gösterme sanatı" olarak adlandırılan "show, don't tell" ilkesini mükemmel bir şekilde uyguluyor. Amerikan sinemasının söz yığarak, her şeyi açık açık söyleme anlayışının aksine, Sophia Coppola'nın bu filmi, izleyicinin kendi yorumlamasına izin veriyor ve böylece filmi kendi hayatıyla ilişkilendiriyor.
Sophia Coppola, Oscar ödülüne layık görüldüğünde, saygı duyduğu Avrupa ve Asya yönetmenlerine teşekkür etti. Bu, bence, onun sinema anlayışının ne kadar zengin ve derin olduğunu gösteriyor. "Virgin Suicides" filminden beri, Amerikan sineması klischeolarını yıkan, kendine özgü bir tarz geliştirdiğini de eklemek isterim. "Lost in Translation", renkli Tokyo manzaraları ve eğlenceli karaoke sahneleriyle, klasik Avrupa sinemasının çerçevesinin dışına çıkıyor.
Elbette ki herkesin aynı fikirde olması beklenemez. Ancak, filmi beğenmeyenlerin, filme verilen emeğe saygı duymaları ve aşağılayıcı, küçümseyici eleştirilerden kaçınmaları gerektiğini düşünüyorum.
"Durgun bir film", "hiçbir şey olmuyor", "kötü senaryo" ve "Avrupa filmi taklidi" gibi eleştirileri bu filme yöneltenleri anlamakta zorlanıyorum. Filmin yavaş ilerlemesinin, sanki o anları yaşıyormuşuz gibi gerçekçi bir anlatım sunan en güzel yanı olduğunu düşünüyorum. Her anında, her sessizliğinde, bakışlarında ve duruşunda derinlikler barındıran, izleyicileri bu derinliğe davet eden bir tempo var filmde. Bu nedenle, birçok kişi tarafından beğenilen senaryo, "gösterme sanatı" olarak adlandırılan "show, don't tell" ilkesini mükemmel bir şekilde uyguluyor. Amerikan sinemasının söz yığarak, her şeyi açık açık söyleme anlayışının aksine, Sophia Coppola'nın bu filmi, izleyicinin kendi yorumlamasına izin veriyor ve böylece filmi kendi hayatıyla ilişkilendiriyor.
Sophia Coppola, Oscar ödülüne layık görüldüğünde, saygı duyduğu Avrupa ve Asya yönetmenlerine teşekkür etti. Bu, bence, onun sinema anlayışının ne kadar zengin ve derin olduğunu gösteriyor. "Virgin Suicides" filminden beri, Amerikan sineması klischeolarını yıkan, kendine özgü bir tarz geliştirdiğini de eklemek isterim. "Lost in Translation", renkli Tokyo manzaraları ve eğlenceli karaoke sahneleriyle, klasik Avrupa sinemasının çerçevesinin dışına çıkıyor.
Elbette ki herkesin aynı fikirde olması beklenemez. Ancak, filmi beğenmeyenlerin, filme verilen emeğe saygı duymaları ve aşağılayıcı, küçümseyici eleştirilerden kaçınmaları gerektiğini düşünüyorum.