Efsaneler ve kahramanlık hikayeleri dikkatle ve mesafeli yaklaşılması gereken bir konudur. Teşkilat-ı Mahsusa, büyük hayalleri olan ancak gerçekte ne yaptıkları konusunda sınırlı bilgiye sahip olduğumuz bir teşkilat.
Bu durumun en büyük nedeni, teşkilatın tarihini ve yaptıklarını anlatacak kişilerin tamamına yakınının Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve hemen sonrasındaki dönemde hayatını kaybetmiş olmasıdır. Teşkilatın başındaki Süleyman Askeri 1915'te Irak'ta şehit düştü. Teşkilatın en önemli silahşörü Yakup Cemil, Enver Paşa'ya karşı planladığı darbe nedeniyle 1916'da kurşuna dizilmiş. Teşkilatın özel kuvvetlerinin başındaki Doktor Nazım, Atatürk'e suikast davasında 1926'da asılmış. Siyasi Büro başkanı Doktor Bahaeddin Şakir ve Suriye Cephesi Komutanı Cemal Paşa 1922'de Ermeni komitacıların suikastına uğramışlar.
Teşkilat-ı Mahsusa Harbiye Nezareti bünyesinde faaliyet gösterir ve Harbiye Nazırı Enver Paşa da 1922'de Kızılordu ile savaşırken şehit düşmüş. Bunun bir sonucu olarak, Teşkilat-ı Mahsusa'nın yazılı kayıt tutmadığı da düşünüldüğünde, icra ettiği görevler hakkında kendi iddiaları dışında bilgiye sahip değiliz. Sadece 1917'de İngilizler'e esir düştüğünü net olarak biliyoruz. Kuşçubaşı Eşref Bey'in Arap çöllerinde gösterdiğini iddia ettiği kahramanlık hikayelerini teyit edecek hiçbir amiri bu hikayeleri duyacak kadar uzun yaşamamış.
Daha ötesi, bu hikayeleri birlikte yaşadığını söylediği arkadaşları da şehit olmuş, ancak kendisi ne hikmetse yaralı olarak İngilizler'e esir düşmüş ve esir takasıyla sağ salim memlekete dönmüş. Daha da ötesi, Birinci Dünya Savaşı'nda yaşanan ve Türk kayıtlarında yer alan olaylar, düşman saftaki İngiliz, Rus devletlerinin kayıtlarına da yansıyor ve tarihler, olaylar karşılıklı olarak bu devletlerin arşivlerinden teyit edilebiliyor. Kuşçubaşı Eşref Bey'in aktardığı olaylarda böyle bir teyit de mümkün olmuyor.
Bütün bunlar birleştirildiğinde, Kuşçubaşı Eşref Bey'in anlattığı / kendisine atfedilen kahramanlık hikayelerinin muhtemelen tamamen uydurma, en azından olayların üzerinden zaman geçtikten sonra sağ kalan tek kişinin kendi rolünü / olayların önemini aşırı büyüterek anlattığı hikayeler olması çok olası. (Harp okulu'ndan mezun olduğu, Teşkilat-ı Mahsusa'nın kurucusu-lideri olduğu gibi iddialar zaten külliyen yanlış.)
Öte yandan, 1) Kendisinin Kurtuluş Savaşı'nda Çerkez Ethem olayının ardından Yunan safına geçtiği tartışmasız. Yunan subaylarıyla çekilen bu fotoğrafta sağdan ikinci kişi. Görsel (sağdan üçüncü kişi Çerkez Ethem.)
2) Savaştan sonra Lozan Anlaşması ile eş zamanlı olarak genel af ilan edilirken meclisin hain olarak af kapsamı dışında tuttuğu 150 kişiden birisi.
3) Kardeşi Hacı Sami, Atatürk'e suikast düzenlemek amacıyla gizlice Sisam Adası'ndan Kuşadası'na gelmiş ve jandarmayla çıkan çatışmada öldürülmüş. Kendisinin de gerek 1926'da, gerek sonrasında Atatürk'e suikast girişimleriyle ilgisi olduğu düşünülmüş.
Bütün bunlara rağmen kendisini derin devletin kurucusu, kahraman, efsane istihbaratçı v.b. sananlar bir akıl tutulması yaşıyor zannediyorum. Veya bunlar tarihi Kurtlar Vadisi'nden öğrenmekten oluyor.
Bu durumun en büyük nedeni, teşkilatın tarihini ve yaptıklarını anlatacak kişilerin tamamına yakınının Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve hemen sonrasındaki dönemde hayatını kaybetmiş olmasıdır. Teşkilatın başındaki Süleyman Askeri 1915'te Irak'ta şehit düştü. Teşkilatın en önemli silahşörü Yakup Cemil, Enver Paşa'ya karşı planladığı darbe nedeniyle 1916'da kurşuna dizilmiş. Teşkilatın özel kuvvetlerinin başındaki Doktor Nazım, Atatürk'e suikast davasında 1926'da asılmış. Siyasi Büro başkanı Doktor Bahaeddin Şakir ve Suriye Cephesi Komutanı Cemal Paşa 1922'de Ermeni komitacıların suikastına uğramışlar.
Teşkilat-ı Mahsusa Harbiye Nezareti bünyesinde faaliyet gösterir ve Harbiye Nazırı Enver Paşa da 1922'de Kızılordu ile savaşırken şehit düşmüş. Bunun bir sonucu olarak, Teşkilat-ı Mahsusa'nın yazılı kayıt tutmadığı da düşünüldüğünde, icra ettiği görevler hakkında kendi iddiaları dışında bilgiye sahip değiliz. Sadece 1917'de İngilizler'e esir düştüğünü net olarak biliyoruz. Kuşçubaşı Eşref Bey'in Arap çöllerinde gösterdiğini iddia ettiği kahramanlık hikayelerini teyit edecek hiçbir amiri bu hikayeleri duyacak kadar uzun yaşamamış.
Daha ötesi, bu hikayeleri birlikte yaşadığını söylediği arkadaşları da şehit olmuş, ancak kendisi ne hikmetse yaralı olarak İngilizler'e esir düşmüş ve esir takasıyla sağ salim memlekete dönmüş. Daha da ötesi, Birinci Dünya Savaşı'nda yaşanan ve Türk kayıtlarında yer alan olaylar, düşman saftaki İngiliz, Rus devletlerinin kayıtlarına da yansıyor ve tarihler, olaylar karşılıklı olarak bu devletlerin arşivlerinden teyit edilebiliyor. Kuşçubaşı Eşref Bey'in aktardığı olaylarda böyle bir teyit de mümkün olmuyor.
Bütün bunlar birleştirildiğinde, Kuşçubaşı Eşref Bey'in anlattığı / kendisine atfedilen kahramanlık hikayelerinin muhtemelen tamamen uydurma, en azından olayların üzerinden zaman geçtikten sonra sağ kalan tek kişinin kendi rolünü / olayların önemini aşırı büyüterek anlattığı hikayeler olması çok olası. (Harp okulu'ndan mezun olduğu, Teşkilat-ı Mahsusa'nın kurucusu-lideri olduğu gibi iddialar zaten külliyen yanlış.)
Öte yandan, 1) Kendisinin Kurtuluş Savaşı'nda Çerkez Ethem olayının ardından Yunan safına geçtiği tartışmasız. Yunan subaylarıyla çekilen bu fotoğrafta sağdan ikinci kişi. Görsel (sağdan üçüncü kişi Çerkez Ethem.)
2) Savaştan sonra Lozan Anlaşması ile eş zamanlı olarak genel af ilan edilirken meclisin hain olarak af kapsamı dışında tuttuğu 150 kişiden birisi.
3) Kardeşi Hacı Sami, Atatürk'e suikast düzenlemek amacıyla gizlice Sisam Adası'ndan Kuşadası'na gelmiş ve jandarmayla çıkan çatışmada öldürülmüş. Kendisinin de gerek 1926'da, gerek sonrasında Atatürk'e suikast girişimleriyle ilgisi olduğu düşünülmüş.
Bütün bunlara rağmen kendisini derin devletin kurucusu, kahraman, efsane istihbaratçı v.b. sananlar bir akıl tutulması yaşıyor zannediyorum. Veya bunlar tarihi Kurtlar Vadisi'nden öğrenmekten oluyor.