Feyyaz'ı ilk kez Okan'ın programında gördüğümde sanki yıllardır tanıyormuşum gibi hissetmiştim. Tipi, hareketleri, aurası... Aileden, arkadaş çevremden, mahalleden biri gibiydi. Neden sonra o dehşete düşüren gerçeği öğrenecektim... Feyyaz Düzceli'ydi. Tanrım, bir insanın düzceliliği nasıl ODTÜ'deki devrim yazısı kadar büyük olurdu? Resmen 81'den Feyyaz yapmışlardı. Düzceliliğin ayaklı manifestosu gibiydi. Çarpılmıştım. O gün; en son Neo'nun cenazesinin ikindi namazını müteakip Matrix Merkez Camii'nden kaldırılışında hissettiğim karmaşık duyguları tekrar hissettim. Feyyaz; soğuk bir kış günü eskimiş ayakkabıları su almış halde içerisinde soba yanan bir mahalle kahvesine girip bir oralet ısmarlayan, ceketinin sağ cebinden biraz önce simitçiden aldığı iki adet peynirli poğaçayı çıkarıp son poğaçanın son lokmasıyla oraletin son yudumunu denk getirerek bitirdiği kertede ceketinin iç cebinden çıkardığı Tekel 2000'den bir dal alıp yakan o kişiydi işte. La, ıslak kibrit kutusunu sobada kurutup yakmaktan bahsediyorum. Çetin Düzce şartlarında hayatta kalma yeteneklerinin otomatikman gelişmesi ve adeta labatuvarda deney yapılmışçasına yanlışlıkla ilginç yeteneklere sahip olmak? Hadi onu geçtim, kalitesiz kömürle ısınan evlerin bacalarından çıkan o kapkara dumanla kaplı gökyüzünün altında fırından alınan taze ekmeği katıksız yemek? O kazak zevki? Orantısız vücut hatları? Daha sayabilirim. Seni tanıyorum, Feyyaz. Sen Düzcesin.