Modern insanın tabiatla olan ilişkisi, tarih boyunca birçok filozof ve düşünür tarafından ele alınmış ve tartışılmıştır. Mevlana Celaleddin Rumi'nin de belirttiği gibi, yeryüzü ve insan kusurlu olarak yaratılmıştır ve bu kusurları gidermek için doğa ile uyum içerisinde yaşamak yerine, 17. yüzyıldan itibaren kontrol altına alma çabası içine girilmiştir. Bu durum, evreni ruhsuz bir makineye dönüştürme ve insanoğlunu yeni bir tanrı olma hevesine kapı aralamıştır.
Terry Eagleton'un sözlerine atıfta bulunduğunuzda, bilimsel akılcılığın dinin öğretisel kesinliğini devraldığı ve radikal siyasetin ise yeryüzünü dönüştürme misyonunu üstlendiği görülüyor. Bu durum, dinin aşkınlığını ve mutlak kudretini elinden alması ve insanlara varis olmak için mücadele eden güçlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
N. Donald Walsh'ın görüşleri de bu bağlamda ilginçtir; yarının tanrısının insanlara her şeyi söyleyecek bir görevi olmayacak, bu da dinlerin devrini tamamladığına işaret etmektedir. Bu durum, insanın kendi benliğine hapsolması ve hayatın musikisini kaybetmesine yol açan bir durum yaratmıştır.
İnsanlığın doğayla olan ilişkisi, teknolojinin ortaya çıkışıyla birlikte değişime uğramıştır. Doğa, tüketim madeni haline gelmiş ve insan da nesneleştirilmiştir. Sınırsız büyüme ve zenginleşme tutkusu, dünyayı yok olmanın eşiğine getirmiştir. Mega-anlatılar terk edilmiş ve dinler de "büyük anlatı" olarak eleştirilere maruz kalmıştır.
Ancak, modern paradigmanın getirdiği güç, hırs ve tutku odaklı yaklaşım, derin bir yalnızlık ve ruhsal çöküşe yol açmıştır. Çağın sorunlarına çözüm olabilecek yeni bir paradigma geliştirmek yerine, toplum mevcut modern paradigmaya uymaya zorlanmıştır. Bu durum, duygu, ahlak, değer ve merhametin göz ardı edildiği bir durum yaratmıştır.
Özetle, modern insan tabiatla olan ilişkisini değiştirmiş, evreni kontrol etmeye çalışmış ve bu süreçte doğayı ve insanı nesneleştirmiştir. Bu durum, derin felsefi, sosyal ve ruhsal sorunlara yol açmış ve yeni çözümler bulmayı gerektiren bir duruma dönüşmüştür.
Terry Eagleton'un sözlerine atıfta bulunduğunuzda, bilimsel akılcılığın dinin öğretisel kesinliğini devraldığı ve radikal siyasetin ise yeryüzünü dönüştürme misyonunu üstlendiği görülüyor. Bu durum, dinin aşkınlığını ve mutlak kudretini elinden alması ve insanlara varis olmak için mücadele eden güçlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
N. Donald Walsh'ın görüşleri de bu bağlamda ilginçtir; yarının tanrısının insanlara her şeyi söyleyecek bir görevi olmayacak, bu da dinlerin devrini tamamladığına işaret etmektedir. Bu durum, insanın kendi benliğine hapsolması ve hayatın musikisini kaybetmesine yol açan bir durum yaratmıştır.
İnsanlığın doğayla olan ilişkisi, teknolojinin ortaya çıkışıyla birlikte değişime uğramıştır. Doğa, tüketim madeni haline gelmiş ve insan da nesneleştirilmiştir. Sınırsız büyüme ve zenginleşme tutkusu, dünyayı yok olmanın eşiğine getirmiştir. Mega-anlatılar terk edilmiş ve dinler de "büyük anlatı" olarak eleştirilere maruz kalmıştır.
Ancak, modern paradigmanın getirdiği güç, hırs ve tutku odaklı yaklaşım, derin bir yalnızlık ve ruhsal çöküşe yol açmıştır. Çağın sorunlarına çözüm olabilecek yeni bir paradigma geliştirmek yerine, toplum mevcut modern paradigmaya uymaya zorlanmıştır. Bu durum, duygu, ahlak, değer ve merhametin göz ardı edildiği bir durum yaratmıştır.
Özetle, modern insan tabiatla olan ilişkisini değiştirmiş, evreni kontrol etmeye çalışmış ve bu süreçte doğayı ve insanı nesneleştirmiştir. Bu durum, derin felsefi, sosyal ve ruhsal sorunlara yol açmış ve yeni çözümler bulmayı gerektiren bir duruma dönüşmüştür.