Foruma hoş geldin 👋, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

II. Abdülhamid

bullvar_katip

Administrator
Katılım
21 Mayıs 2024
Mesajlar
532,105
II. Abdülhamid (; 21 Eylül 1842 - 10 Şubat 1918), Osmanlı İmparatorluğu'nun 34. padişahı, 113. İslam halifesi ve çöküş sürecindeki devlette mutlak hakimiyet sağlayan son padişahtır. Tahtta kaldığı "Hamidiye Dönemi" diye bilinen yıllarda İmparatorluk, dağılma dönemini yaşadı; başta kısa süreli ilan ettiği I. Meşrutiyet ve Kanuni Esasi ile gelen bir özgürlük dönemine, Balkanlar olmak üzere çeşitli bölgelerde çıkan isyanlara ve Rusya İmparatorluğu'na karşı kaybedilen 93 Harbi'ne, kapatılan parlamentoya pek çok siyasi olaya, "istibdat dönemi" de denen basın da dahil çeşitli alanlardaki baskı ve sınırlama dönemine, sonrasında yine kendisinin ilan etmek zorunda kaldığı II.Meşrutiyet'e, 31 Mart ayaklanmasına ve kendisinin dağılmayı engelleme başarısına ulaşamayan eğitim, ulaşım ve askeri alandaki reform girişimlerine tanıklık etti. Devrinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun 1.592.806km2 toprak ile en çok toprak kaybeden padişahlarından biri oldu. 31 Ağustos 1876'da tahta çıktı ve 31 Mart Vakası'ndan kısa bir süre sonra, 27 Nisan 1909'da, tahttan indirilene kadar ülkeyi yönetti. Meşrutiyet yanlısı Yeni Osmanlılar ile yaptığı anlaşma ve diğer yandan Tersane Konferansı'nda toplanacak büyük güçlerden gelecek baskıları engelleme amaçlı Tersane Konferansı'nın başlamasıyla aynı gün 23 Aralık 1876'da ilk Osmanlı anayasasını ilan etti ve böylece ülkenin demokratikleşme sürecini destekleyeceğini belirtmiş oldu. 93 Harbi'nde yenilen Osmanlı'nın sultanı II. Abdülhamid, meclisin yanlış kararlar aldığını iddia ederek 14 Şubat 1878'de bu harbin sonuna doğru meclisi feshetti. Osmanlı İmparatorluğu'nun modernleşmesine yönelik çabalar II. Abdülhamid tarafından devam ettirildi. Bürokraside yapılan reformların yanı sıra Bağdat Demiryolu ve Hicaz Demiryolu'nun inşası gibi projeler bu dönemde yapıldı. Bu demiryolları ve telgraf sistemleri Alman firmalar tarafından geliştirildi. Bu dönemin reformlarında eğitime geniş yer ayrıldı: hukuk, sanat, ticaret, inşaat mühendisliği, veteriner, gümrük, tarım ve dil okulları dahil olmak üzere birçok mesleki okul kuruldu. İmparatorluk genelinde ilk, orta ve askerî okullardan oluşan eğitim ağını genişletti. Osmanlı İmparatorluğu'nun bu dönemlerdeki batık ekonomisi Abdülhamid'in saltanatının ilk yıllarında Düyûn-ı Umûmiye'nin ve Reji İdaresinin kurulmasına yol açtı. Öte yandan iktidarında Düvel-i Muazzama denen büyük güçlerin Karadağ, Sırbistan'dan Tersane Konferansı'na, Girit Meselesi'ne, İlinden İsyanı'na, kadar siyasi pek çok olayda müdahilliği söz konusu oldu. Devlet yine sürekli iç karışıklık isyanlarla, iç çalkantılarla, ekonomik sorunlarla uğraşmak zorunda kaldı. Dış politikada denge politikası izledi ama bunun yanında 1880 sonrası İngiltere ve Fransa'daki Osmanlı karşıtı politika değişiklikleri nedeniyle onlarla yakın ilişkiler yerine Almanya ile yakınlık politikası izlemeye çalıştı. Şehzadeliği II. Abdülhamid, Sultan Abdülmecid'in Tirimüjgan Kadın Efendi'den (20 Ağustos 1819- 2 Kasım 1853) olan oğludur. Annesi Çerkestir. 21 Eylül 1842 yılında, Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'da, Topkapı Sarayı'nda veya Çırağan Sarayı'nda dünyaya geldi. Henüz 10 yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan ölünce bakımını Abdülmecid'in diğer çocuksuz eşi Piristû Kadın Efendi üstlendi. Piristû Kadın Efendi, Abdülhamid'i de yarım kan kardeşi sayılan henüz 2 yaşında annesi Düzdidil Kadınefendi'nin 1845'de ölümüyle annesiz kalan Cemile Sultan ile birlikte kendi çocuğu gibi büyüttü. Öte yandan bir iddiaya göre dedesi İkinci Mahmud gibi içki ve kadınlara düşkünlük gibi iki kötü alışkanlığı dışında bir sorunu olmayan babası Sultan Abdülmecid çocuklarını, eski dönemlerin şehzadelerinin hapis hayatından çok uzakta, nispeten serbest yetiştirmeğe özen gösterdi. Öyle ki oğulları Reşad, V. Murad ve Abdülhamid'in bir arada V. Murad'ın ikametgâhında oturup zaman geçirip eğlenmelerine bile göz yumdu. Babasının 39 yaş gibi beklenmedik çok genç bir yaşta ölümünden sonra yerine tahta geçen amcası Abdülaziz ise diğer şehzadelerle birlikte Abdülhamid'in eğitimiyle de yakından ilgilendi.[[Dosya:Queen Victoria investing the Ottoman Sultan Abdülaziz I with the Order of the Garter in 1867.jpg|küçükresim|upright=1.36|Amcası, Sultan Abdülaziz ile birlikte şehzadeliği döneminde gerçekleştirdiği Büyük Britanya gezisinde Kraliçe Victoria tarafından Balmoral Kalesi’nde ağırlandığı ana dair çizim, 6 Temmuz 1867]] Abdülhamid, Gerdankıran Ömer Efendi'den Türkçe, Ali Mahvî Efendi'den Farsça, Ferid ve Şerif efendilerden Arapça ve diğer ilimleri, Vak‘anüvis Lutfi Efendi'den Osmanlı tarihi, Edhem ve Kemal paşalar ile Mösyö Gardet'dan Fransızca; Alexandre Efendi, Miralay Lombardi, Paul Dussap Paşa ile Callisto Guatelli'den de piyano, keman ve batı müziğine dönük musikî dersleri aldı. Gençlik günlerinde veliaht olarak büyük kardeşi Şehzade V. Murad görüldüğü için saray çevrelerinde fazla ilgi görmeyen Abdülhamid, bu nedenle aşırılıktan uzak, sade bir hayat yaşadı. Opera ile ilgilenen, birden çok opera klasik eserlerini Türkçeye bizzat tercüme eden ve tercüme ettiren II. Abdülhamid, II. Mahmud'un zamanında kurduğu Mızıka-yı Hümâyun'dan müzik opera eserleri dinlemeyi seviyordu. Piyano eğitimi almıştı. Amatör olarak yağlı ve sulu boya resim de yapardı. Marangozluk zanaatında da çok maharetli olan Şehzade Abdülhamid, bugün Yıldız Sarayı ve içerisindeki Şale Köşkü ile Beylerbeyi Sarayı'nda görülebilecek birçok yüksek kalite mobilyanın da zanaatkârıdır. II. Abdülhamid kendisinden önceki diğer padişahların aksine şehzadeliği sırasında yurt dışı ziyaretlerine çıkmış, tahta çıkmasından 9 yıl önce amcası Sultan Abdülaziz'in 1867 yılında çıktığı Avrupa gezisinde amcasına refakat etti. Bu gezide 30 Haziran - 10 Temmuz 1867 tarihlerinde Paris, 12 - 23 Temmuz 1867 tarihlerinde Londra, 28 - 30 Temmuz 1867 tarihlerinde Viyana ziyaretlerinde bulundu, 21 Haziran 1867'de henüz 24 yaşında iken İstanbul'dan başlayan yolculukları, bu şehirlerin dışında diğer Avrupa başkentleri ve önemli şehirleri de ziyaret edildikten sonra 7 Ağustos 1867 tarihinde yeniden İstanbul'da sona erdi. Siyasî olaylar upright=0.82|küçükresim|sağ|Küçük imtiyaz madalyası‎ Tahta çıkışı ve I. Meşrutiyet [[Dosya:Osmanlı_İmparatorluğu-1876-map.png|küçükresim|sol|II. Abdülhamid tahta geçmeden hemen önceki Osmanlı toprakları. Bu haritada gözüken Mısır, Sudan, Habeş vilayetleri (Eritre, Cibuti, Kuzey Somali toprakları), Tunus, Sırbistan, Karadağ, Dobruca ile birlikte Romanya, Bulgaristan, Girit, Kars, Batum, Ardahan, Bosna-Hersek ve Kotur şehri, onun döneminde kaybedildi.]] upright=0.68|küçükresim|sağ|1876 Eylül'ü Eyüp Camii'nde kılıç kuşanma töreninde II. Abdülhamid, saltanat kayığı ile Haliç'i geçip Eyüp Camii'ne ulaşmasını gösteren çizim sağ|küçükresim|upright=0.91|Meclis-i Mebusan'ın açılışı, 1876 Amcası Abdülaziz'in 1876'da tahttan indirilmesi ve şüpheli şartlarda ölümü, ağabeyi V. Murad'ın tahta geçirildikten üç ay sonra ruhi çöküntü geçirdiği iddiasıyla tahttan indirilerek Çırağan Sarayı'na hapsedilmesi olaylarına şahit oldu. 31 Ağustos 1876'da İkinci Abdülhamid ismi ile padişah ilân edildi ve 7 Eylül günü Eyüp'te kılıç kuşandı. Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu büyük bir buhrandaydı. 1871'de Âli Paşa'nın ölümünden sonra saray ile Bâb-ı Âli arasındaki çekişme alevlenmiş, 1875'te devlet, borçlarını ödeyemez hâle düşerek Ramazan Kararnamesi ile moratoryum ilan etmiş, Rusya'nın başını çektiği panslavizm akımının etkisiyle, Osmanlı'ya bağlı özerk gözüken ama fiilen bağımsız şekilde hareket eden Sırbistan ve Karadağ'ın da kışkırtma ve yardımlarıyla Balkanlar'da millî isyanlar baş göstermişti. Yurt içinde Genç Osmanlılar denilen kesimde meşrutiyet yanlısı görüşler güçleniyor, hatta padişahlığın tasfiyesiyle cumhuriyet ilânı fikri tartışmaya açılıyordu. Ağabeyinin yerine tahta geçirildikten sonra ilk başta V. Murad döneminin Sadrazamı Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa'yı Aralık 1876'ya kadar sadrazamlıkta tutsa da daha sonra 20 Aralık 1876'da istifası üzerine, kendisinden hoşlanmasa da bazı kesimlerde devletin içinde bulunduğu bunalımın onun tarafından aşılabileceği iddia edildiğinden bir de verdiği taahhüt uyarınca her iki saltanat değişiminin mimarı olan Midhat Paşa'yı sadrazam yapmak zorunda kaldı. Yine II. Abdülhamid, tahta geçtikten sonra Midhat Paşa'ya verdiği taahhüt uyarınca; onun hazırladığı Kanun-i Esasi taslağı (Kanun-i Cedid) üzerinde bazı değişiklikler yaparak büyük devletlerin Osmanlı Balkan topraklarındaki durumu görüşmek üzere İstanbul'da bir araya geldikleri Tersane Konferansı'nın zorlayıcı şartlarının etkisi ile aynı gün 23 Aralık 1876'da ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-ı Esasî'yi ilan etti. Meclis-i Mebûsan ve Âyan Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclis Meclis-i Umumi, 19 Mart 1877'de açıldı. Böylece I. Meşrutiyet dönemi başladı. Padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan anayasal monarşi sistemine geçilmesi ile birlikte, yargı bağımsızlığı ve temel hakların anayasada teminat altına alınmasına rağmen, esas hâkimiyet padişahındı. Abdülhamid, Kanun-ı Esasî'nin 113. maddesiyle kendisine tanınan "idari sürgün yetkisi"ni kullanarak daha meclis toplanmadan ve 93 Harbi başlamadan önce Midhat Paşa'yı sadrazamlıktan alıp sürgüne yolladı. Balkanlar'da huzursuzluk ve Tersane Konferansı küçükresim|sağ|upright=0.55|Tersane Konferansında kararlaştırılan Osmanlı'nın reddettiği Özerk Batı Bulgaristan Eyaleti küçükresim|upright=1.36|Doğu ve Batı Bulgaristan'ın, Tersane Konferansı'na göre birleşke sınırları (Midhat Paşa ve Osmanlılar bunu reddetmiştir.) Abdülaziz döneminde (1861-1876) 1875 yılında başlamış olan Hersek İsyanı ve Bulgar İsyanları sürerken V. Murad döneminde Sırbistan ve Karadağ savaşları ile Balkan toprakları savaş alanına çevrilmişti. Bu isyanları kışkırtan ve destekleyen Rusya, Şark meselesini halletmek üzere fırsat kollamakta idi. Kırım Savaşı (1853-1856) sırasında Rusya, aralarında Osmanlı Devleti'nin de bulunduğu Batı ittifakına yenilmiş ve yalıtılmıştı. Rusya, dikkatini 1860'lardan itibaren Kafkasya'daki son direnişi kırmaya (1863-1864) ve Orta Asya'daki Türk hanlıklarının topraklarının ele geçirmeye (1866-1876) vermiş, aynı dönemde ise Birleşik Krallık ve Fransa'nın dikkati 1871'de Almanya'nın birleşmesi ve İtalya'nın birleşmesiyle Avrupa kıtasında oluşan yeni dengelere yönelmişti. Birleşik Krallık'ta Kırım Savaşı'nda Osmanlı Devleti'ni destekleyen Palmerston (1855-1865) ve İngiltere'nin çıkarlarını düşünse de Osmanlı'ya karşı nispeten ılımlı bir politika izleyen Disraeli (1874-1880) dönemlerinin aksine Gladstone (1868-1874, 1880-1885 ve 1892-1894) Osmanlı muhalifi bir siyasi tutum içine girmiş, muhalefetteyken de özellikle Bulgar İsyanları'nın bastırılması sırasında Osmanlı Devleti'nin katliamlar yaptığı iddialarını gündeme taşımış; bu da Macar devrimcilerinin Osmanlı Devleti'ne sığınmaları (1848) ve Kırım Savaşı (1853-1856) sırasındaki müttefiklik sayesinde Türklere yönelik olumlu bakış açısını tersine çevirmeye başlamıştı. II. Abdülhamid'de iktidarının başında Osmanlı'da büyük problemlere neden olan büyük güçlerin Osmanlı Topraklarına müdahalesi ve 93 Harbi'nin nedenini oluşturan Büyük Doğu Buhranı denen bir dönemi onun büyük sorunlarını önünde buldu. Balkanlarda çıkan isyanlar, başlayan kargaşa da İngiltere öncülüğünde büyük güçler, Osmanlı İmparatorluğu'nu ve tahta yeni çıkan II. Abdülhamid'i Tersane Konferansı denen bir konferansı toplamaya zorladılar. Midhat Paşa ve Osmanlı yetkilileri bu toplanacak konferanstan hiçte hayırlı bir sonucun çıkmayacağını fark ettiklerinden II. Abdülhamid ile konuştular ve daha öncesinde anlaştıkları gibi konferanstaki reform taleplerini geçersiz bırakmak için konferansın toplanacağı gün 1.Meşrutiyet ve Kanuni Esasi'nin daha hızlı şekilde yürürlüğe konmasına ikna ettiler. Bu sırada İngiltere'de başbakan Disraeli ezeli rakibi ve Türk düşmanı olarak bilinen ana muhalefet lideri Gladstone tarafından Osmanlı'nın Bulgar katliamlarına seyirci kaldığı gibi suçlamalarla sıkıştırılmaktaydı ve İngiliz kamuoyunda Osmanlılar katliamcı olarak gösteriliyordu. Disraeli, Palmerstone kadar olmasa da Osmanlı'ya karşı ılımlı bir politika izlemeye çalışmaktaydı. Ancak bu baskılar karşısında bu konferansta hiçte ılımlı bir yaklaşımda bulunmadı. Tam tersine İngilizleri temsilen Sir Henry Elliot yerine atanan İngiliz Osmanlı Büyükelçisi Lord Salisbury İngiltere'nin Osmanlı'yı olası bir Rus savaşında desteklemeyeceğini ve hiçbir şekilde Osmanlı'nın arkasında durmayacağını, bu Balkan isyanları ile ilgili kendilerinden destek beklenmemesini sadrazama ve Osmanlı idarecilerine bildirip bu konuda uyarıda bulundu. 23 Aralık 1876'da toplanan bu konferansa Prusya, İngiltere, Rusya, Fransa ve Osmanlı Devleti katıldı aynı günde I. Meşrutiyet, Meclis-i Mebusan'ın kurulması ve Kanun-i Esasi havai fişek gösterileri altında ilan edildi. İlan edilmesindeki temel amaçlardan biri çeşitli tarihçilere konferanstaki kararları gereksiz kılma ve Balkanlardaki sorunu da kısmen çözme, büyük devletlerin baskısını, bu toplumların sorunlarını mecliste ifade edebileceklerinden bahisle engelleme, bu yapılamıyorsa da Osmanlı Devleti'ne sorunları çözme için zaman kazandırmaydı. Ancak sonuç Osmanlı Devleti'nin istediği, Mithad Paşa ve II. Abdülhamid gibi Osmanlı devlet adamlarının hedeflediği şekilde olmadı. I. Meşrutiyet'in ilanına rağmen, görüşmelerin devamı ve konferansın yapılıp sürmesine karar verildi, Osmanlı'nın reform talepleri, alternatif önerileri reddedildi. Konferanstan, Sırbistan ve Karadağ için bağımsızlık kararı, Bosna-Hersek'e özerklik verilmesi, aynı şekilde Bosna-Hersek gibi özerk ama Doğu ve Batı Bulgaristan olarak iki parça olarak iki Bulgar devleti (eyaleti) kurulması kararı çıktı. 18 Ocak 1877'de Sadrazam Midhat Paşa hiçbir şekilde bu yönde alınmış bir kararı Osmanlı'nın kabul etmeyeceğini bildirdi. 20 Ocak 1877'de varılmış olan ama Osmanlı ve Midhat Paşa tarafından kabul edilmeyen kararlarla konferans dağıldı. Midhat Paşa, 5 Şubat 1877'de II. Abdülhamid tarafından sadrazamlık görevinden alındı, sürgüne yollandı ve yerine Genç Osmanlılar'dan olmayan, II. Abdülhamid'in güvendiği deneyimli kişilerden biri olan İbrahim Edhem Paşa getirildi. İngiliz Büyükelçisi bu taleplerin reddedilmesi konusunda kırgınlığı ve sonuçları konusunda Osmanlıları tekrar uyardı. 93 Harbi ve Meclis-i Mebusan'ın kapatılması küçükresim|left|Ayastefanos Antlaşması ile Berlin Antlaşması arasındaki Balkanlar'da farkları gösteren harita küçükresim|left|Ayastefanos antlaşması ile Berlin Antlaşması arasındaki Kafkas-Doğu cephesindeki farkları gösteren harita eğer Ayastefanos uygulansaydı Osmanlı haritadaki kırmızı alanları da Ruslara vermek zorunda kalacaktı. İngiliz, Fransız, Alman, Rus vs. büyükelçilerinden oluşan bir heyet Meclis-i Mebusan'nın açılması sonrası Mart 1877 sonunda Londra Protokolü denilen Tersane Konferansı kararlarının biraz değiştirilmiş hali olan kararları sert bir muhtıra ile Osmanlı İmparatorluğu'na gönderdi. Edhem Paşa hükûmeti ve Meclis-i Mebusan bu protokolü de reddetti. Rusya'nın da Balkanlar'da ıslahat için büyük güçlerin verdiği kararların kabul edilmesi yönündeki muhtıra da 12 Nisan 1877'de İbrahim Edhem Paşa hükûmeti tarafından reddedildi. Bunun üzerine 24 Nisan 1877'de Rusya'nın Osmanlıya savaş ilanıyla, 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı patlak verdi. Abdülhamid'in Rus tekliflerinin kabulü ve Armağan ve Bahadıroğlu gibi bazı araştırmacıların iddialarına göre savaşa karşı olmasına rağmen öncesinde Midhat Paşa, sonrasında Damat Mahmud Paşa ve Redif Paşa gibi devlet adamlarının ısrarlarıyla girilen savaşta esasında Osmanlı ordusu Rus ordusuna nazaran Sultan Abdülaziz'in sağladığı ekipman sayesinde çok daha eğitimli ve donanımlıydı. Ama Osmanlı komuta kademesi için aynı şeyi söylemek çok zordu. Daha başında Rusların Balkanlar'da ordularını gönderip, saldırıya geçebileceği tek bir yer bulunmaktaydı, o da Osmanlı himayesi altındaki Romanya topraklarıydı ve Ruslar bu topraklar üstünde Siret (Sava) Nehri üzerinde Barboşi Köprüsü'nün olduğu yerden ordularını geçirmek zorundaydı. Bu köprü kritik bir öneme sahip olmakla beraber, köprünün havaya uçurulması Osmanlılara en az 2 veya 3 ay vakit kazandıracaktı. Avusturya-Macaristan askeri ateşesi bile devleti Rusya ile gizlice anlaşmış olsa da Osmanlı başkumandanı Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa'yı İstanbul'dan cepheye hareket edeceğinde "Paşa Hazretleri bilhassa size Barboşi köprüsünün mümkün olduğu kadar süratle tahrîbini tavsiye ederim zîrâ pek mühim noktadır" diye uyarmıştı. Nitekim Osmanlı kuvvetlerine askeri danışmanlık veren İngiliz danışmanlar da bu durumun farkındaydılar. Köprünün hemen yakınındaki Osmanlı Tuna donanmasının komutanına İngiliz askeri danışmanı Hobart Paşa, Barboşi’nin tahrip edilmesi emrini verdi fakat Tuna'daki 4 gemilik Osmanlı filo komutanı bunun bir aldatmaca veya casusluk oyunu olduğuna dair şüpheleri yüzünden emri uygulamakta 4-5 gün kadar gecikti ve tam emri uygulayacak iken de bu defa iş işten çoktan geçmişti, zira Ruslar orduları ile Sava Nehri kıyısına gelip filoyu donanmaları ve karadaki topları ile ateşe alıp batırdı ve yok etti. Sonuçta Osmanlılar için büyük bir fırsat daha muharebenin başında kaybedildi. Abdülaziz'in çabaları ile oluşturulan Osmanlı Donanması, Rus Karadeniz donanmasından son derece üstün bir konumdaydı öyle ki Ruslar Kırım Savaşı'nın aksine Dobruca üzerinden sahilden Osmanlı'nın Bulgar kıyısından saldırıya geçemediler zira bu yönde destek verecek savaş gemileri yeterli değildi, savaş boyunca Ruslar Kırım Savaşındaki Sinop Baskını gibi Karadeniz Donanması ile Osmanlı donanmasına doğrudan saldırmak yerine; Osmanlının zayıf savunmasız ticaret gemilerine baskın yapmayı yeğlediler. Osmanlı ise bu gemileri korumak için savaş gemileri ile eskortluk yapmak zorunda kaldı. Ancak Osmanlı donanmasındaki askeri reformun maddi kaynaklar bakımından yeterli personel yetiştirilmesi ve eğitim açısından ise yetersizliği savaş esnasında ortaya çıktı. Rusya’nın denizdeki yolu ithal teknolojiyi yerli üretimle birleştirmek oldu. Transfer edilen teknolojiyi Rusya kendi personelini kullanarak adapte etmişti. Rusya’nın askeri modernleşmesinin Osmanlıdan en bariz farkı organizasyon kabiliyetini yükseltmeye çalışmaları ve insan gücünün mobilizasyonunu sağlamaktı. Bu bariz fark Osmanlı Devleti’nin Karadeniz’de Rusya’ya karşı bariz üstün deniz gücüne rağmen sivil gemilerden bozma Rus donanmasına karşı başarılı bir blokaj uygulayamaması, Mersin Vapuru Olayı'nda olduğu gibi Karadeniz’in Osmanlı kıyılarında bir vapurun çatışmaya girilmeden esir edilebilmesi Osmanlı Devleti’nin teknolojik üstünlüğünü kalifiye personel eksikliği nedeniyle savaş sahasında ortaya koyamadığını göstermiştir. Mersin Vapuru Olayı'nda (1877) bir Rus kruvazörü Osmanlı donanma eskort gemilerinin gerisine ne hikmetse düşen Mersin Vapuru'na 22 Aralık 1877'de baskın yaptı. 890'dan fazla Osmanlı askeri onlarca sivil tek kurşun atamadan Ruslara esir düştü. Bunun gibi Osmanlı komuta ve sevk idaresindeki başarısızlıklar yanlış uygulamalar yine paşalar arasındaki kavgalar birbirini kovaladı ilaveten her ne kadar kurulmasının kabul edilebilir bir mantığı varsa da II. Abdülhamid'in savaşı koordine etmekle görevli Heyet-i Müşavere'nin, cepheden çok uzak alanda Yıldız Sarayı'nda kurması, bu kadar uzak mesafede İstanbul çıkan bir emrin cepheye ulaşmasının tek telgraf hattı ile 7-8 günü bulması, II. Abdülhamid'in sürekli olarak ordunun kendine sadakati yönünde müdahaleleri, başarısızlıklar üzerine sürekli yapılan kumandan değişiklikleri, askerin cansiperane mücadelesi karşısında gerekli takviyelerin zamanında yetiştirilememesi, paşalar arasındaki iktidar mücadelesi, Rus çarının en yakınındaki kişiler bile cephedeyken padişah ve erkanının başkentte sarayda durması buradan tüm cepheyi yönetmeye uğraşması ayrıca Osmanlı Dönemindeki kaynaklardan olan Kaplanzade Ahmed Saib Bey'in (1860-1918) "Son Osmanlı Rus Muharebesi", Kolağası Reşid'in "1293 Seferi Avrupa'da", Ahmed Muhtar Paşa'nın "Sergüzeşti Hayatımın Cildi Sanisi", Mehmed Arif'in "Başımıza Gelenler" gibi eserlerinde ve Cumhuriyet Döneminde de Cemal Kutay gibi pek çok tarihçi, araştırmacı için ağır bir eleştiri konusu oldu. Özetle karada Gazi Osman Paşa ve Ahmet Muhtar Paşa haricinde komuta kademesi son derece eksik ve birbiri ile sürekli mücadele halindeydi. Bu iki paşanın çabaları ve Plevne Savunması, Kızıltepe, Halyaz, Zivin gibi muharebelerdeki başarıları savaşın gidişatını değiştirmedi. Rus orduları Osmanlı ordu komuta kademesinin kuvvetleri sevk ve idaresindeki hatalarından, Gazi Osman Paşa ve Ahmet Muhtar Paşa'nın uyarılarının önerilerinin zamanında Padişah ve Genelkurmay tarafından dikkate alınmamasından, Şıpka Geçidi gibi kritik bir geçidin yanlış eksik müdahaleler ile tutulamamasından yararlanarak Balkan ve Kafkas cephelerinde Osmanlı kuvvetlerini bir sıra mağlubiyete uğratarak doğuda Erzurum'u, batıda ise Bulgaristan'ın tamamı ile Trakya'nın İstanbul surlarına kadarki kısmını işgal ettiler. 31 Ocak 1878'de Yeşilköy'e neredeyse dayanan Ruslar ile Osmanlı Devleti önce Edirne Ateşkes Antlaşması'nı imzalamak zorunda kaldı. Meclis-i Mebusan'da Osmanlı–Rus Harbi’nde gelinen bu son gelişmeler üzerine eleştirileriyle ön plana çıkan bazı mebuslar, bir pazar günü meclisin açık olmadığı zamanda toplanarak iki önemli karar aldılar. Pazartesi günü meclise gelerek verecekleri önergede aralarında nazırların da bulunduğu beş kişiyi “istenmeyen adam” ilan edeceklerini açıklayacaklardı. Bunlar, Sadrazam Ethem Paşa, Tophane Müşiri Damat Mahmut Paşa, Dâhiliye Nazırı Said Paşa, Bahriye Nazırı ve Mabeyn Müşiri Said Paşa ve Serasker Redif Paşa'ydı. Bu kararlar daha meclise gelmeden Sultan II. Abdülhamid tarafından haber alınınca, kabineyi hemen değiştirdi. Sadrazamlığın adını II. Abdülhamid Başvekalet olarak değiştirdiğini belirtip, Ahmed Hamdi Paşa yerine Ahmed Vefik Paşa'yı sadrazam olarak atadı. Milletvekilleri Meclis-i Mebusan'da bu yapılanın anayasaya aykırı olduğunu belirtti. Hükûmetin savaş politikalarına mebuslarca yöneltilen ağır tenkitler padişaha da yöneldi. Osmanlı devleti bu tür iç problemleriyle uğraşırken, Rus baskısı da olabildiğince sürüyordu. Ruslarla yapılacak bir anlaşmaya İngilizlerin desteği alınmak isteniyordu. İngilizler’in Kıbrıs Adası'nı istemeleri üzerine yapılan Meşveret Meclisi’ndeki iki mebustan biri olan Astarcılar Kethüdası Ahmed Efendi, toplantıda ayağa kalkarak Padişah'ın yüzüne karşı alışık olunmayan bir üslupla: "Siz bizim fikrimizi pek geç soruyorsunuz, felaketin önünü almak mümkün olduğu zaman bize suret-i ciddiyede müracaat etmeliydiniz." dedi. Aynı mebus konuşmasının devamında "Meclis-i Mebusan kendi malumatı haricinde olarak husule sebebiyet verilen bir halden dolayı mesuliyeti asla kabul edemez." diyerek meclisin savaşın ağır yenilgisini üzerine almayacağını açıkça ifade etmişti. Bir yönde eleştirilerde doğruluk payı vardı. Zira 13 Ocak 1878'de daha savaş sürerken padişah, Meclis-i Mebusan yerine Meşveret Meclisi (Meclis-i Vükelâ)'yı toplamış Bosna, Kıbrıs gibi konularda Meclis-i Mebusan'ı atlayarak bu meclis ile Bab-ı Ali arasında bir sistem kurup işleri yürütmekteydi. Savaş boyunca da meclisi atlayıp Harp Meclisi veya danışma meclisleri ile işi yürütmekteydi. Bosna ve Kıbrıs gibi pek çok hayati karar da, meclisin önüne gelmemekteydi. Temsilde ve protokolde bile meclis, Meclis-i Vukelanın gerisindeydi. Ancak bu şekilde Astarcılar Kethüdası Ahmed Efendi'nin padişahın yüzüne karşı yaptığı sert konuşma o günün diplomasisinde olmayan bir üsluptu. II. Abdülhamid vekilin cezalandırılmasını talep etti. Özellikle bu üslubun meclisi kapatma konusunda çekinen padişahın çekincesini giderdiği iddia edilmektedir. Bu konuşma sonrasında "Ben artık Sultan Mahmud’un izinden gitmeye mecbur olacağım." diyerek Yeniçeri Ocağı'nı kapatan dedesi II. Mahmud'a atıf yaparak meclisi kapatma yönünde imada bulunduğu belirtilmektedir. Meclisi II. Abdülhamid'in kapatmasında ikinci olayda bir iddiaya göre 93 Harbi'nin tartışmalı bir kişiliği olan aynı zamanda Abdülaziz'e yapılan darbede rol oynaması sebebiyle Abdülhamid tarafından pek güvenilmeyen ancak harpte zaruri olarak görevlendirilen Süleyman Hüsnü Paşa'nın kendisidir. Abdülhamid tarafından başta başkentte uzak geri planda tutulmaya çalışılan ancak diğer komutanların başarısızlıkları üzerine 8 Kasım 1877'de Rumeli Orduları Komutanlığına atanan Süleyman Hüsnü Paşa, başarılarına karşın Plevne'de Osman Paşa'nın bulunduğu çemberi aşmasını sağlayamadı ve kaybedilen Şıpka geçidini geri alamadı. Bu yönde kendisinin de iştirak ettiği Maçka Muharebesi başarısız oldu. Ordunun sıkışık durumu ve yaklaşan kışın zorlukları yüzünden İngiltere’nin aracılığıyla Osman Paşa’nın ordusuyla geri çekilmesi, statükonun korunması şartıyla Şubat ayına kadar uzanan bir mütareke akdine girişilmesi ve bunun Rumeli Ordusunun derlenip toparlanmasına, düşmanın Tuna’nın öte yakasına atılmasına vesile olabileceği gibi fikirler ileri sürmesi üzerine kısa zaman içinde azledildi ve yerine Şâkir Paşa getirildi. Ancak kendisi birlik kumandanı olarak hala görevdeydi ve Aralık 1877'den beri Plevne'nin düşmesi akabinde Ruslara karşı Bulgaristan'ın kaybedilmek üzere olmasından Edirne'de savunma hattı kurulması gerektiği yönünde direnişteydi. Yıldız Sarayı'ndaki Heyeti Müşavere kuvvet komutanlarının durumu anlamamasından yakınmaktaydı. Kendisi durumu anlatmak için haber vermeden cepheden ayrılıp gizlice II. Abdülhamid'in yanına gelip durumu anlatmaya çalıştı, gizlice ayrılıp gelmesi tepki çekti ve Abdülhamid onu kendisine darbe girişiminde bulunulacağı söylentileri altında dinlemedi.. İstanbul’dan ayrılıp Edirne’ye vardığında (21 Aralık 1877) şehrin savunma tertibatı içinde olmadığını gördü ve Rus ileri harekâtı karşısında kuvvetlerin Edirne hattında savunmaya geçmesi gerektiği fikrinde daha da ısrarcı oldu. Bu tutumu zaten arasının kötü olduğu Rauf Paşa’ya, saltanat değişikliğine karışmış olması sebebiyle orduyla İstanbul’a yakın bir yerde bulunmasını padişahın vehmini tahrik edecek şekilde istismar etmesine imkân vermekteydi. 4 Ocak 1878’de bizzat padişahı da yanına alan Rauf Paşa ile yapılan telgraf görüşmesinde Edirne’de savunma hattı oluşturulması fikrinden dönmedi ve bunun üzerine kumanda mevkiinden alınarak yerine Rauf Paşa tayin edildi. Sonrası Şıpka geçidi düşünce Ruslar Trakya'ya dayandı, ortada Bulgaristan sonrası bir savunma hattı olmadığından 20 Ocak 1878'de Edirne kolayca Ruslar tarafından ele geçirildi. Süleyman Paşa kendisi de araya giren güçlü Rus birlikleri karşısında çaresizce birlikleriyle Gümülcine'ye çekilmek zorunda kaldı. Rusların İstanbul'a kadar ilerlemesini durduracak bir engel neredeyse kalmadı. Bununla birlikte kendisi Gelibolu’da Bolayır mevki kumandanlığına tayin edildi. 30 Ocak’ta gittiği Gelibolu’da askerlerin İstanbul’a sevkiyle ilgili aldığı emirleri yerine getirmeye çalıştı. Ancak Edirne'de Rusların İstanbul'a dayanması neticesi 31 Ocak'ta imzalanan ateşkes antlaşmasına karşın Ruslar’ın Enez’e çıkartma yapma ihtimalleri bulunduğunu belirtip karşı savaş gemisi gönderilmesi talebinde bulundu ve şikâyetlerini yüksek hükûmet makamlarına yazılı olarak ileterek iki gün içinde olumlu cevap verilmemesi halinde istifa etmiş sayılması talebinde bulundu. Ortalığı ayağa kaldıracak telgrafını 7 Şubat 1878 tarihinde Mabeyn’e (Padişaha), Sadarete, Seraskerliğe ve Bahriye Nezâreti’ne gönderdi ve Meclis-i Mebusan'da milletvekilleri ile irtibat kurdu, zaten savaşın başından beri anlaşamadığı Serasker Rauf Paşa ve Bahriye Nâzırı Said Paşa aleyhine suçlamalarda bulundu. Telgraf metni Selanik Mebusu ve aynı zamanda Selanik’te yayımlanan Zaman gazetesinin sahibi Mustafa Bey’in eline geçti. Mustafa Bey, 13 Şubat 1878 günü Meclis-i Mebusan’da ayağa kalkıp ağlayarak Süleyman Paşa’nın taleplerini kürsüden duyurdu. Bu durumda meclisin, hükûmetin, sarayın iyice karışmasına neden oldu.Süleyman Paşa, kendisi meclisin kapatıldığı gün tutuklandı. Daha sonra yargılandı ve Bağdat'a sürgün edildi. Neticede II. Abdülhamid, meclisi 14 Şubat 1878'de meclis toplantı halindeyken tatil etti. Bahane olarak kararların hızlı alınması gibi nedenler gösterildi. Ama esasında kapatma nedenleri arasında kendisinin 93 Harbi'nin neticesinden şahsen sorumlu tutulma korkusu da bulunmaktadır. 1880'lere kadar da meclis tekrar toplanacak gibi bir görüntü çizildiğinden başlangıçta bir mebus tepkisi olmadı. Ancak takip eden 30 yıl boyunca meclisi bir daha toplantıya çağırmadı ve bu süre zarfında meşrutiyet anayasası olan Kânûn-ı Esâsî kaldırılmayıp askıda kaldı. Ancak Abdülhamid kâğıt üzerinde de olsa anayasayı muhafaza ederek aldığı kararları yine bu anayasaya göre yürürlüğe koydu. Tarihçi Sina Akşin'in belirttiği ve tarihçi Ahmet Oğuz'un zikrettiği üzere 1880 yılı ve sonrasında tutuklama, gözaltılar Abdülhamid tarafından Yıldız Mahkemesinin 1881'de kurulup Midhat Paşa'nın Taif'e sürgüne gönderilmesi, muhalif kitleye verilen gözdağı ile esas olarak Abdülhamid'in istibdat dönemi denen dönemi başlamış oldu. Armağan ve Müftüoğlu bir kısım araştırmacı her ne kadar Abdülhamid'in meclisi kapatmasının devleti parçalanmaktan kurtardığını demir yumruğu ile devletin çöküşünü yıllarca geciktirdiğini, devletin güvenliğini düşündüğünü iddia etse de Ahmed Oğuz gibi bir kısım tarihçiler bunun tam aksi düşüncededir. 93 Harbi'ne geri dönersek Edirne'de imzalanan ateşkes antlaşması akabinde 93 Harbi, 3 Mart 1878'de İstanbul surları dışındaki Ayastefanos (Yeşilköy)'ta karargâh kuran Rus kuvvetlerinin dikte ettiği Ayastefanos Antlaşması ile sona erdi. Antlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı, sınırları Tuna'dan Ege'ye, Trakya'dan Arnavutluk'a uzanacak bağımsız bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Bosna-Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık verilecek, Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek, Ardahan, Kars, Ardahan, Batum, Artvin, Eleşkirt ve Doğubayazıt Rusya'ya verilecek; Teselya, Yunanistan'a bırakılacak, Girit ve Ermenistan'da ıslahat yapılacak, Osmanlı İmparatorluğu Rusya'ya 30.000 ruble savaş tazminatı ödeyecekti. Ottoman Empire in 1878|sol|küçükresim|Berlin Antlaşması sonucu Osmanlı sınırları Oldukça ağır şartlar içeren bu antlaşmaya Rusya'nın aşırı derecede güçlenmesinden kaygı duyan İngiltere ve diğer Avrupa devletleri karşı çıktılar. İngiltere 14 Şubat 1878'de Marmara Denizi'ne donanmasından bir kısım gemileri soktu ama bunun yanında İngiltere, Osmanlı Devleti'ne Kıbrıs'ı kendisine kiralaması karşılığında daha iyi şartlarla anlaşmaya Rusları ikna edeceğini bildirdi. Bir yandan da Osmanlı'yı Kıbrıs konusunda zorladı. 13 Temmuz 1878'de Ayastefanos Antlaşması'nın yerine geçen Berlin Antlaşması İngiltere'nin Osmanlı'dan aldığı Kıbrıs adası tavizi ve baskısı neticesi imzalandı. Yeni antlaşmayla Rusya'nın toprak kazanımları görünüşte kısmen geri alındı, Makedonya, Doğu Bayazıd, Eleşkirt Ovası Osmanlı'da kalırken, Romanya ve Sırbistan, Karadağ'a tam bağımsızlık verildi. Bulgaristan'da Almanya ve Avusturya-Macaristan himayesinde bununla birlikte Büyük Bulgaristan Prensliği yerine daha dar topraklarda başkenti Tırnova (1879'da Sofya oldu) olan Prensini Osmanlı padişahının seçemeyeceği, kendi savunma kuvvetleri ve milli marşı da olacak özerk Bulgaristan Prensliği oluşturuldu; bunun yanında yine Osmanlı'ya bağlı Bulgar valilerini Osmanlı padişahının seçip atayacağı, Osmanlı Ordusunun denetiminde başkenti Filibe olan özerk Doğu Rumeli vilayeti kuruldu. Bunun yanında bu savaş Osmanlı tebaası müslüman halk için insanlık dramı yaşanmasına neden olmuştur. 1877-1878 yılları arasında özellikle batıda Rus güçlerinin ve onlarla birlik hareket eden Bulgar çetelerinin bunun yanında savaş sırasında ve hemen akabinde doğuda Ruslar ve birlikte hareket eden Ermeni,Kazak milis alaylarının süre gelen katliamları, çatışmaları, yağma vs. hareketleri neticesinde çok sayıda Türk ve müslüman ahali göç etmek zorunda kalmıştır. Öte yandan savaş sırasında ve hemen akabinde bağımsız hale gelen Sırbistan'da, Karadağ'da pek çok Arnavut, Pomak, Türk ve diğer Müslümanlar göçe zorlanmıştır, muhacir olarak kötü koşullarda Kosova, Anadolu, İstanbul'a göç etmek zorunda kalmıştır. Dahası savaş sonrası 2.Abdülhamid, Rusların İstanbul Yeşilköy'de Ayastefanos Rus Abidesi denen Rus zaferini temsil eden abidenin savaş tazminatı olarak masrafı Osmanlı'dan alınarak yaptırılmasına izin vermek zorunda kalmıştır. Bu anıt 1898'de bitirilmiş; 1914'te 2.Abdülhamid sonrası Osmanlı İmparatorluğu'nun Rusya'ya karşı 1.Dünya Savaşı'na girmesi ile birlikte yıkılmıştır. Çırağan Sarayı Baskını (1878) küçükresim|upright=0.68|Baskını yapanlardan Ali Suavi II. Abdülhamid, 13 Şubat 1878'de Meclisi tatil etti idareyi tümden ele aldı ancak 93 Harbi'de Osmanlı'nın ağır yenilgisi ile sonuçlanmıştı. İmzalanan Ayastefanos Antlaşması kaybedilen topraklar, sürgüne yollanan Midhat Paşa, Genç Osmanlılar ve kapatılan meclis; kitlelerde ağır hoşnutsuzluk ve tepki yarattı. Genç Osmanlılardan Ali Suavi'de bu tepki içindeydi. Ali Suavi topladığı ve galeyana getirdiği kitle ile 20 Mayıs 1878'te V. Murad'ı Padişah, Mithat Paşa'yı sadrazam yapmak, II. Abdülhamid'i devirmek için Çırağan Baskını olarak geçen başarısız darbeyi yaptı. Darbenin başarıya ulaşması Beşiktaş Muhafızı Yedi Sekiz Hasan Paşa ve yanındakilerce son anda engellendi. 23 ihtilalcinin ölümü ile sonuçlanan bu sonuçsuz darbe, II. Abdülhamid'in hafiye denilen gizli teşkilatını kurarak çok daha sıkı baskıcı şekilde idareyi ele almasıyla ve Yıldız Sarayı'na idare merkezini nakletmesiyle sonuçlandı. Bu darbe girişimi tarihçi Erhan Afyoncu'ya göre II. Abdülhamid'in ayrıca ruhunda ve psikolojisinde derin etkiler bırakmıştır, onu içe daha kapanık ve kuruntulu bir yapıya itmiştir. Hafiye Teşkilatı (1880) küçükresim|left|upright=0.68| küçükresim|upright=0.45|right|Yıldız İstihbarat Teşkilatının amblemi küçükresim|upright=0.57|sağ| küçükresim|upright=0.57|sağ| küçükresim|upright=0.57|sol| Esasında Osmanlı İmparatorluğu içerisinde bir istihbarat teşkilatı kurma fikri tek başına II. Abdülhamid'e ait değildir. Padişahlardan 1.Abdülhamid, III.Selim, II.Mahmud hatta Sultan Abdülmecid'de modern anlamda istihbarati faaliyetlerde bulunmaya çalışmış; Sultan Abdülmecid bu yönde bir kurumsallaşma yapmaya uğraşsa da başarısız olmuştur. Abdülaziz döneminde Tuna valiliği sırasında Mithad Paşa, Bulgar bölgesinde Rusları takip isyan faaliyetlerini engelleme amaçlı bir istihbarat örgütü kurmuştu.Bu örgüt iyi işler cikarsa da Midhat Paşa'nın valiliği,Bulgar Bölgesi ve Rusya ile sınırlı kaldı,padişah geliştirilmesine sürdürülmesine ilgi göstermeyince dağıldı. II. Abdülhamid, Meclisi kapatarak yönetimi kendi eline aldıktan sonra özellikle kendisine karşı yapılan başarısız Çırağan Baskını sonrası Osmanlı tarihinde ilk defa geniş kurumsallaşmış kapsamlı bir polis ve istihbarat örgütü olarak 1880 yılında Yıldız İstihbarat Teşkilatını kurdu. Bu örgüt gereken bir örgüt olmasına, 93 Harbinin kaybedilme nedenlerinin de biri istihbarat zaafiyeti olmasına karşın ne yazık ki sansür ve istihbarat II. Abdülhamid'in istibdat döneminin bilinmesine sebep en önemli iki sembol olduğundan ve bu dönem içinde Sultan'ın şahsi çıkarlarına da hizmet ettiğinden, kimi zaman düştüğü acziyetten, büyük eleştiri konusu olmuştur. Zira çok sayıda hafiyeden meydana gelen bu teşkilatın gayesi ilgili devletlerin durumu hakkında haber alma espiyonaj faaliyetleri yanında II. Abdülhamid'in siyasi rakipleri hakkında bilgi toplamak ve Abdülhamid'e karşı hazırlanan darbe veya isyan teşebbüslerini önlemekti. Bu sebeple teşkilatın Jöntürklerin bulunduğu toplandığı Paris, Roma, Londra, Berlin gibi yurtdışı yerlerde de örgütlendi ve operasyonlar düzenledi. Yine aslen Osmanlı zaptiye (jandarma) teşkilatına bağlı gözükse de doğrudan II. Abdülhamid'e bağlı Umur-u Hafiye denen bir teşkilat daha vardı. Hafiyeler sadece kendi başlarına bilgi toplamakla kalmıyor, halk arasında çok sayıda kişiye maaş bağlayarak geniş bir istihbarat ağı oluşturuyorlardı. Jurnalci adı verilen bu kişiler, Abdülhamid yönetimine karşı olabilecek faaliyetleri bildiriyor, böylece her türlü hareketin önü önceden kesilmiş oluyordu. Bu teşkilatlardan Yıldız İstihbarat Teşkilatı II. Meşrutiyet'in ilanı akabinde Bakanlar Kurulunun (Vukela) 29 Temmuz 1908 tarihli kararnamesi ile dağıtılsa da; Abdülhamid'in tahttan indirilmesi sonrasında I. Balkan Savaşı sırasında Osmanlı'nın bozgunun bir diğer nedeni Balkan devletlerinin durumu hakkındaki istihbarat zafiyeti oldu. Bir istihbarat teşkilatının varlığını gerektirdiğinden bu teşkilattan yola çıkarak Enver Paşa tarafından 1913'te Teşkilatı Mahsusa adlı istihbarat örgütü kurulacaktı. Bununla birlikte II. Abdülhamid döneminin bilinen iki istihbaratçısı Serhafiye Fehim Paşa ve Ahmet Celalettin Paşa'dır. İkisinin de birbiri ile aynı zamanda rekabetleri oldu. Ahmet Celalettin Paşa, Paris'te 1897'de Contraxeville'de yaptığı antlaşmayla bir grup Jön Türk'ün İstanbul'a dönmesini ve bazı Jön Türk gazetelerinin kapatılmasını sağladı. Ancak sonradan her ne kadar Paris'e kaçtı olarak bazı kaynaklarda denilse de Payitaht Abdülhamid dizisine konu olacak kadar hayatı ve ölümüne dair çeşitli hikâyeler uydurulsa da yapılan son araştırmalara göre kendisi 1904'te Sultan'ın gözünden düşüp İstanbul'dan Mısır'a kaçmış ve 1924 yılında orada ölmüştür. Mısır'daki faaliyetleri II. Abdülhamid'in iktidarda olduğu süre boyunca sürekli gözlemlendi. Jöntürk muhalefetine katılıp katılmadığı konusu ise belirsizdir. Diğer serhafiye ise Fehim Paşa olup o da hafiye teşkilatının en üst kademesine kadar çıktı ancak keyfi ve görev dışı, hukuka aykırı davranışları neticesinde dış ülkelerin büyükelçilik yetkililerinden bile gelen şikayetler üzerine 1907'de görevden alınarak Bursa'ya sürgün edildi; 1908'de halktan bir kısım kişilerce linç edilerek öldürüldü. Öte yandan II. Abdülhamid döneminde gelen bilgilerin önemli bir kısmının doğruluk payı varken zaman içinde bu doğruluk payları Sultan'ın gözüne girebilmek için sahte jurnaller vs. uyduranlar ile azalmıştır. Bu da istihbarat verilerinin doğruluğu konusunda büyük sorunlar çıkardı. II. Abdülhamid döneminde bu iki istihbarat kurumuna karşın İstanbul'da dahil asayiş olaylarındaki sorunlarda giderilemedi hatta devlet içinde Sultan'ın gözüne girmek isteyenlerle aralarındaki rekabetten veya rant sağlama amaçlı çete ve kişilerce sokak çatışmaları bile süre geldi. Amaç dışı kendi rantlarının peşine düşen hafiye ve istihbarat ajanları çıktı. Örneğin Sadrazam Halil Rıfat Paşa'nın oğlunun öldürülmesi olayında olduğu gibi. Burada Sadrazam'ın oğlu aynı zamanda yargılama makamı olan Şûrâ-yı Devlet (Şimdiki Danıştay) üyesi İbrahim Cavid Bey'in İstanbul'da bir haraç rant çetesi kurdurup bir süre sonra bölge çatışmasına girdiği; rant konusunda Arnavut Toptanilerden Gani Toptani ile anlaşamadığı ve onu adamlarına 1898'de öldürttüğü ve bunun üzerine ağabeyi Esad Toptani'nin Arnavutluk'tan getirdiği adamlarına onu Cisr-i Cedit'te (Yeni Köprü-Eski Galata Köprüsü) 7 Ekim 1899'da öldürttüğü iddia edilmektedir. Sadrazam oğlunun öldürülmesinden kısa süre sonra hastalandı, akabinde öldü. Aynı şekilde İstanbul Şehremini Rıdvan Paşa cinayeti de bir başka olaydı. Burada İstanbul'un rantında söz sahibi Kürt Bedirhanilerden ayni zamanda yine Şurayı Devlet üyesi Abdürrezzak Bey'in rantta kendilerine direnen İstanbul Şehremini Rıdvan İsmail Paşa'yı 23 Mart 1906 Cuma günü adamlarına öldürttü. Akabinde aile, Trablusgarb'a sürüldü. Birkaç yıl sonra Abdürrezzak Bey affedildi. Deli Fuad Paşa'nın yakını Çerkeslerin de bu rantta söz sahibi olmak isteyip Serhafiye Fehim Paşa ile işbirliğine girmeye çalıştıkları ancak gerekli desteği elde edememeleri, Deli Fuad Paşa'nın Abdülhamid'e muhalefeti neticesi etkisiz kaldıkları da yine bazı iddialar arasındadır. Kısacası bu asayiş olaylarının önü kesilemediği gibi bir artış yaşandığı ve Abdülhamid'in kendi istihbarat kurumu hafiye ve çevresindeki rant mücadelelerini engelleyemediği, engellemekte yetersiz kaldığı iddia edilmektedir. Yıldız Mahkemesi (1881) Darbe ile indirilen Sultan Abdülaziz, Feriye Sarayı’nda 4 Haziran 1876 günü sakalını düzeltmek için bir makas istemiş, sonra bilekleri kesik vaziyette bir minder üzerinde bulunmuş ve kısa zaman sonra hayatını kaybetmişti. Sâbık sultanın naaşı önce Feriye Karakolu’na götürülmüştü, doktorların incelemesiyle ölüm nedeninin bileklerini keserek intihar olduğu kararına varılmıştı. Bugün bile bu işin intihar mı yoksa cinayet mi olduğu tartışmaları sürmektedir. Mesela Öztuna "Bir Darbenin Anatomisi" adlı kitabında bu işin bir cinayet olduğunu belirtmektedir. Sonrasında tahta geçen V. Murad da akıl sağlığını bozulduğu gerekçesi ile tahttan indirilmiş yerine II. Abdülhamid çıkarılmıştı. Ancak hâlâ hayatta olan V. Murad’ın iyileşme ihtimali ve taraftarları onu tekrar tahta çıkarmak istemekteydi. II. Abdülhamid’in tahta çıktığı sene sabık Sultan Murad ve oğlu Selahaddin Efendi'yi bir vapur ile Avrupa’ya kaçırmak maksadıyla yerli ve yabancı kişilerden oluşan bir heyetin faaliyetleri, hafiyeler tarafından Saray'a bildirildi. Nitekim bu istihbarattan birkaç gün sonra çarşaf giymek suretiyle kadın kılığına girmiş ikisi maliye ve rüsumat kâtiplerinden diğer ikisi de Hristiyanlardan oluşan dört kişilik bir heyet, validesinin isteği üzerine Sultan Murat’a kurşun dökmek için geldiklerini söyleyerek saraya girmek ve eski sultanı kaçırmak istemişlerdi. Ancak bu teşebbüs alınan sıkı önlemler sayesinde başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Olayın akabinde Ali Suavi ve taraftarlarının Çırağan Baskını ve darbe girişimi Sultan'ı büsbütün şüpheci hale getirdi. Bunun da üstüne Temmuz 1878'de Rum Masonlardan Kleanti Skelyeri yanında Aziz bey, Ali Şeffati gibi kişilerin V.Murad'ı kaçırma girişiminin, hatta bazı iddialara göre bu plan ile eş zamanlı 2.Abdülhamid'e de suikast planının son anda bir ihbarla engellenmesi, 2.Abdülhamid'in doğal olarak iyice şüpheciliğinin artmasına neden olmuştur; bu birbiri ardında gelen üç olayın ruh halini ağır şekilde etkilediği de açıktır. İktidarı tümden ele alan II. Abdülhamid artık tekrar bir darbe,kaçırma teşebbüsü olmaması ve önceki sultanların akıbetine uğramamak ve 1880lere doğru uygulanan tedavilerle kısmen ruhi yönden iyileşmeye başladığı iddia olunan V.Murad'ın tekrar kendi otoritesini riske atmaması için siyasi otoritesini iyice güçlendirmek istiyordu. Sonuçta kendisine muhalif olabilecek kitleyi ortadan kaldırmaya karar verdi. Bu amaçla da Haziran 1881 öncesi gözaltı, ifade alma, yakalama ve tutuklamalar başladı. Midhat Paşa yakalananlar arasındaydı. Yakalanan kişilere yine mahkeme önüne çıkmadan önce ifadeleri öncesi ve sonrasında işkence yapıldığı da iddialar arasındadır. Sonrası Abdülhamid selefi olan amcası Sultan Abdülaziz'in öldürüldüğünden bahisle 27 Haziran - 29 Haziran 1881 tarihleri arasında Yıldız Sarayı'nın bahçesinde bir çadır kurdurdu. Suikast ve cinayetle suçladığı birçok kişiyi yargılattırdı. Ancak bu yargılamalar Abdülaziz'in ölümünün intihar mı cinayet mi olduğunu, cinayetse kimin/kimlerin nasıl işlediğini bulmak için değildi. Bu yargılamalar ile II. Abdülhamid hem saltanatı için tehlike olarak gördüğü kişileri yok etmek hem de V. Murad’ı halkın gözünden düşürerek yeniden tahta çıkarılma ihtimalini ortadan kaldırma peşindeydi. Bu sebeple tarihçi Uzunçarşılı'ya , araştırmacı Yaşar Şahin Anıl'a ve o dönemlerde yaşayan Hırisantos adlı bir müellifin yazdığı eleştiriler tarihçi Adem Korkmaz'ın düşünceleri doğrultusunda sağlıklı bir yargılamanın yapıldığından söz edilemez ama aksi görüşler de bulunmaktadır. Yine tarihçi Uzunçarşılı'ya göre Midhat Paşa, Yıldız Mahkemesi’nde yargılanan kişilerin en önemlisi Abdülhamid'in en çekindiği, halkın gözünden düşürmek istediği kişiydi. Diğer önemli isimler ise Sultan Abdülaziz döneminin saray yönetiminde aktif rol oynayan Rüştü Paşa, Damat Mahmut Celalettin Paşa, Hayrullah Efendi gibi kişilerdi. Bunların yanı sıra Sultan Abdülaziz’in cinayetiyle ve onun mallarının bir kısmını gasp etme suçlamasıyla yargılanan dönemin mabeyncisi Damat Nuri Paşa da yargılandı. Buna karşın sabık Sultan V. Murad ve annesi Şevkefza Sultan ise zaten hapiste tutulduklarından yargılanmadılar. Mahkeme kurulunun başkanı Ali Sururî Efendi ve ikinci başkanı ise Rum asıllı Hristo Forides Efendi idi. Feriye Sarayı'nın görevlilerinden Pehlivan Mustafa, Cezayirli Pehlivan Mustafa ve Boyabatlı Pehlivan Hacı Mehmed ile Mâbeynci Fahri Bey, Ali Bey, Necib Bey, Midhat Paşa, Damat Mahmud Celaleddin Paşa ve Damat Nuri Paşa idama; Seyyid Bey ve Albay İzzet Bey de 10 yıl hapse mahkûm edildi. 9 Temmuz 1881 günü toplanan 25 kişilik bir temyiz kurulu tarafından tekrar gözden geçirildi. Bu kurulun üyeleri arasında Gazi Osman Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa da vardı. 25 kişi arasından 15 kişi mahkemenin kararının aynen uygulanması, 10 kişi ise cezaların hafifletilmesi yönünde oy kullandı. Böylece onaylanmış olan idam cezalarını II. Abdülhamid, Taif'te çekilmek üzere müebbet hapse çevirdi. Taif'te zor koşullar altında hapis hayatı yaşayan Midhat Paşa ve Damat Mahmud Celaleddin Paşa 8 Mayıs 1884 gecesi muhafızları tarafından boğularak öldürüldüler. Eski şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi de 1898'de gene Taif'te öldü. Nuri Paşa suçsuzluğunu iddia etse de müebbet hapis cezası almaktan kurtulamadı. Bu mahkeme ve özellikle Midhat Paşa'nın ceza alması Ahmet Hamdi Tanpınar tarafından da eleştirildi. Böylece II. Abdülhamid kendisine karşı olan muhalif kitleyi geçici süreliğine bertaraf etmiş oldu. Toprak kayıpları Romanya, Sırbistan ve Karadağ'ın elden çıkması, Teselya'nın Yunanistan tarafından işgali (1878) Sırbistan, 1815 yılında özerklik kazandı. Bu özerklik, Ruslarla imzalanan Akkerman Antlaşması (1826) ve Edirne Antlaşması ile teyit edildi. 1835 yılında Sırbistan'ın ilk anayasası kabul edildi. 1867 yılında ise Batılı ülkelerin baskısıyla Türk birliklerinin Sırbistan'daki bütün kalelerden çekilmesi üzerine Sırbistan, görünüşte özerk, ancak fiilen bağımsız bir yapıya kavuştu. Karadağ ise İşkodra'ya bağlı bir sancak olmakla birlikte Osmanlı hâkimiyeti için askerî harekât yapılmasına lüzum görülmeyen çorak bölgede vladika adlı yöneticiler kısmî bir özerklik yaşamakta olup 1852 yılında Rusların da desteğiyle Karadağ Prensliği adıyla bu özerkliğini resmiyete kavuşturmayı başarmışlardı. 1858 ve 1862 yıllarındaki Osmanlı-Karadağ savaşlarının sonucunda imzalanan belgelerde Karadağ'ın sınırları da belirlenmişti. Sırbistan ile savaş, başlangıçta Osmanlı ordularının başarısıyla sonuçlandı. Sırpların Niş, Pirot ve Sofya hedeflerine yönelik başlattıkları taarruzları durduran Türk birlikleri karşı taarruza geçti ve 1 Eylül 1876 tarihinde Aleksinaç Muharebesi'nde Sırpları kesin bir yenilgiye uğrattı. Ekim ayında Sırpların savunmasının tamamen çökmesi ve Osmanlı ordusuna Belgrad yolunun açılması üzerine Rusya, 48 saat içinde silahlı çatışmaların durdurulması hususunda Osmanlı Devleti'ne ültimatom verdi. Rus baskısına boyun eğmek zorunda kalan Osmanlı Devleti ateşkes yaptı. 15 Ocak 1877 tarihi itibarıyla Sırbistan ile savaşın ilk merhalesi kesin olarak sona erdi. Karadağ ile 18 Haziran 1876 tarihinde başlamış olan savaşta ise Osmanlı ordusu başarısız oldu. 18 Temmuz'da Niksiç Muharebesi'nde yenilgiye uğrayan Osmanlı ordusu geri çekilmek zorunda kaldı. Balkanlarda ortaya çıkan buhranı çözüme kavuşturmak gayesiyle ve Osmanlı Devleti'nin Balkanlardaki eyaletlerinin idari şartlarını düzenlemek üzere Avrupa ülkelerinin baskısı ile İstanbul'daki Haliç tersanelerinde toplanan Tersane Konferansındaki başarısızlık, sonrasında Ruslarla harbin çıkması üzerine hem Sırbistan, hem de Karadağ ile muharebeler de yeniden başladı. Osmanlıların neredeyse bütün birliklerini Ruslarla savaşa teksif ettikleri bir dönemde Sırbistan ve Karadağ'daki az sayıdaki birlikle savunmada kaldılar ve mağlup oldular. Sırplar 1878 yılında Niş, Pirot ve Vranje'yi ele geçirirken Karadağlılar da Nikşiç, Podgorica, Bar ve Ülgün'ü işgal ederek Adriyatik Denizi'ne çıktılar. Bu arada 93 Harbi öncesi ve başında Osmanlı himayesindeki Romanya Prensliği, Osmanlının, Rumen Kralı I. Carol'un baştaki Osmanlı yanlısı tutumunu değerlendirememesi ve Kırım Harbinin aksine Romanya'da savunma yapmak yerine Tuna boyunda savunma yapma stratejisi ardı ardına stratejik hataları karşısında Rus işgaline uğramamak ve bağımsız olmak için Osmanlı aleyhine dönmüştü. Ruslarla 1877'de Bükreş'te anlaşıp ülke bütünlüklerine saygı gösterme, işgale uğramama şartlı olarak Rus kuvvetlerinin geçmesine izin verdi, fiilen Osmanlı'ya karşı bağımsızlığını ilan etti ve sonrasında Ruslar yanında savaşa girip Rusların ilerlemesine kendi askerleri ile katıldı. Öyle ki Plevne Muharebelerine Rumen Kralı'da Rus İmparatoru ile birlikte ordusuyla iştirak etmiştir. Neticede savaş sonrası Ayastefanos ve Berlin Antlaşması ile hukuken de bağımsızlığı tanınarak Osmanlı'dan ayrılıp Kuzey Dobruca'yı da topraklarına katıp Romanya Krallığı olarak bağımsız bir devlet haline gelmiştir. Bunlar sürerken Yunan Ordusu, beklenmedik şekilde savaş ilan etmeden Osmanlı'nın elindeki Teselya'yı işgal etti. Bölgedeki Osmanlı birlikleri Rus-Sırp-Romanya-Karadağ kuvvetleri ile savaşta olduğundan sayıca yetersizlikten bu işgale karşı koyamadı. Osmanlı Devleti 1878 yılında imzalanan Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Antlaşması ile Karadağ ve Sırbistan'ın bağımsızlıklarını tanıdığı gibi kaybettiği toprakların bu iki ülkeye ait olduğunu da kabul etti. Teselya'da Yunanistan'a verilmek zorunda kalındı. Savaş neticesinde imzalanan Berlin Antlaşması'na göre Karadağ bağımsız olmuştur. 1879'dan itibaren Karadağ'la diplomatik ilişkilerin de başladığı bu dönemde ilişkilerde mühim bir mesafe kat edilmiştir. Balkan Savaşları'na kadar küçük sınır çatışmaları haricinde Osmanlı-Karadağ ilişkilerinde savaşsız bir dönem geçirilmiştir. Arnavut Milliyetçi Hareketi ve Prizren Birliği (1878-1881) [[Dosya:Ali pasha i Prizrenska liga (1).jpg|sol|küçükresim|upright=1.14|Gusinyeli Ali Paşa (oturan, sol) Hacı Zeka (oturan, orta) ve diğer Prizren İttifakı üyeleri]] 93 Harbi sonrasında yenik düşen Osmanlı İmparatorluğu Sırbistan'a ve Karadağ'a toprak bırakmak zorunda kalmıştır. Ayastefanos Antlaşması ile Makedonya'yı da içine alan bir Bulgaristan Krallığı kurulması kararlaştırılmıştı. Diğer taraftan Sırbistan'da ele geçirdiği bölgelerdeki Arnavutları sürmeye başladı. Özellikle %70'i müslüman ve Osmanlı'nın pek çok savaşında yer almış son derece sadık vatandaşlarının haklarını koruyamaması, daha başka çeşitli bölgelerinde Sırbistan, Karadağ'a terk edileceği söylentileri Arnavut ve müslüman ahalide büyük bir hoşnutsuzluk yarattı. Bölgedeki halkın çeşitli kesiminden kişiler Osmanlı'ya hizmet vermiş veya müslüman halkça saygı gören 47 Arnavut beyinin başkanlığında Berlin Antlaşmasının hemen öncesinde 10 Haziran 1878'de toplandı. Prizren Ligi veya Prizren Birliği (İttifakı) adı verilen bir örgüt kurulması kararı aldılar. Örgüt Prizren Ulusal Savunma Komitesi Kararnamesi adlı bir beyanname yayımlayarak 18 Haziran 1878'de bölgenin Osmanlı İmparatorluğu'ndan koparılmaması, Osmanlı'nın toprak bütünlüğünün korunması bu amaçla Osmanlı'ya destek verilmesi yolunda Prizren Ulusal Savunma Komitesi Kararnamesini yayınladı. İlaveten Arnavutların yaşadığı vilayetlerin birleştirilmesinin istenmesi de kararlaştırıldı. Bunun ardından bölgedeki Arnavutlar silahlanmaya milis güç örgütlenmesine başladı. Her ne kadar ilgili örgüt bağımsız bir Arnavutluk kurulması amacıyla kurulmamışsa da çıkarılan metinde bu yönde Osmanlı'dan bölgenin alınması durumunda bir talep olacağı ima edilse de; Fraşirili Abdül Bey gibi bağımsızlık düşüncesinde olanlarda vardı ve bu hareketi destekleyen ve katılanlar arasındaydı. Temmuz'da Berlin Kongresi'nde kendisi ve 60 kadar kişi birlik adına bir mektup yolladılar ve Arnavut olarak kendilerinin tanınmasını istediler. küçükresim|upright=0.91|sağ|Osmanlı İmparatorluğu içinde Arnavut kültürünün savunmasını destekleyen bir örgüt olan Prizren Birliği'nin birleşme otonomi istediği ve sonuna kadar savunulacağını belirttiği 4 eyaleti gösteren haritası. Talepleri özellikle Bismark'ın Arnavut diye bir ulus yoktur burada olsa olsa coğrafi bir birlik olur sözleri ile dikkate dahi alınmadı. Bunun yanında Berlin Antlaşması ile Arnavut ve Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu Bar, Podgorica ama en önemlisi Gusinye ve Plav çevresinin Karadağ'a bırakılmasına karar verildi. Bunun üzerine birlik bu anlaşma şartlarını kabul etmeyip silahlı mücadeleye girişmeye karar verdi. Öte yandan bu bölgenin devri Osmanlı'nın da istediği bir durum değildi. Fakat Rus birliklerinin, bu bölgelerin Karadağ'a katılması kesinleşmedikçe Doğu Rumeli'yi tahliye etmeyeceklerini öngören Rus ültimatomu karşısında Osmanlı'nın da başkaca bir çaresi kalmamıştı. Osmanlı İmparatorluğu Berlin Antlaşması şartlarını kabul ettirmek için Müşir Mehmet Ali Paşa ve birliğin bildirisine imza atan ancak sonrasında birlikten ayrılan Abdullah Paşa Dreni'yi ikna için bölgeye gönderdi. sağ|küçükresim|Yakova saldırısı neticesi öldürülen Müşir Mehmed Ali Paşa sol|küçükresim|upright=0.68|Fraşirili Abdül Bey, 1880 93 harbindeki başarısızlıkları ve 1871'de bir Arnavut isyanını gidermedeki sert tutum ve davranışlarıyla zaten bölgede sevilmeyen Mehmet Ali Paşa tepki ile karşılandı.Yakova saldırısı diye bilinen olayda Abdullah Paşa Dreni ile birlikte bölge halkının Arnavut milislerin askerlere saldırısı ve çıkan çatışma sonucu öldürüldü. Bu birliğin ilk saldırısı oldu. Osmanlı'nın Karadağ'a olan feragatini tamamlayamaması, 1878 kongresinden sonra bile ülkenin yüksek istikrarsızlığını uluslararası düzeyde vurgulamıştır. Selanik'ten Üsküp ve Ferizovik'e büyük askeri birlikler, birliğin üzerine gönderilsede Osmanlılar Prizren birliğinin üzerine genel isyan riski ve bölgedeki hoşnutsuzluğu arttıracağını düşünerek yürümedi, bu saldırıyı mantıksız başkaca işlere bağlayıp gizlemeyi tercih ettiler. Ancak bu saldırı ve başarısı Fraşirili Abdül Bey gibi bağımsızlık yanlılarında istemlerinin güçlenmesine neden oldu.27 Eylül'de, Arnavutların yaşadığı tüm bölgelerin azami özerkliğe sahip tek bir vilayette birleştirilmesini, Arnavutça'nın bölgede resmi dil olarak kullanımı da içeren meclis kararları, talepleri İstanbul'da kardeşi Şemseddin Sâmi'nin sahibi olduğu Tercüman-ı Şark gazetesinde yayınlandı. Birlik sonrasında Gusinye ve Plav üzerine yönelen Karadağ birliklerine saldırdı. 9 Ekim-22 Kasım 1879 arasında birliğin yaptığı Veloka Saldırısı başarısız oldu. Bununla birlikte bölgedeki Osmanlı yöneticilerinden gizli yardım alan birliğe üye ama bağımsızlık yanlısı olmaktan çok Osmanlı taraftarı muhafazakar kanattan olan Gusinyeli Ali Paşa komutasındaki Arnavut ve Osmanlı Milisleri 4 Aralık 1879'da Novšiće Muharebesi'nde Karadağ ordusunu yenilgiye uğrattı. II. Abdülhamid ve Osmanlı kurmayları Ahmet Muhtar Paşa'yı Manastır üstü birliğin üzerine gönderse de Ahmet Muhtar Paşa barışçıl yollarla bu yerlerin devredilmesi gerektiğini belirten bir beyanname yayınlamakla yetindi. Bu arada birlik Karadağ birlikleri ile 8 Ocak 1880'de Murino Muharebesi'ne girişti. Her iki tarafta zafer ilan etse de muharebe sonuçsuz kaldı. Bu kanlı mücadeleler ve direniş karşısında 1880'de Osmanlı İmparatorluğu ve büyük güçler Berlin Antlaşmasında revizyon için pazarlığa oturdu. İtalyan temsicilsi Plav ve Gusinye'nin Osmanlı'da kalması karşılığında sahildeki Katolik Arnavut kabilelerine ait Hot ile Kelmendi’nin bir kısmının Karadağ'a verilmesini talep etti. Ancak bunun haberini alan bölgedeki Katolik Arnavutlar, İşkodra'daki Fransız konsolosluğuna Osmanlı Sultanına bağlı olup asla bu durumu kabul etmeyecekleri ve silahlı direnişle karşı koyacaklarını belirtir bir mektup yazdılar. Bunun üzerine Haziran 1880'de Berlin'de tekrar toplanan büyükelçiler, bu defa Ertem'e göre Osmanlıların teklifi ile müslüman Arnavutların yaşadığı Ülgün kasabasının Karadağ'a verilmesini kararlaştırdılar ki bu sırada İngiltere'deki seçimleri Gladstone kazanmıştı. Birlik bunu da kabul etmedi,Ülgün'de direniş örgütledi. Osmanlılar da, Ülgün'ü Arnavutlardan teslim almayıp işi geciktirme sakınma peşindeydi. Ancak Gladstone Osmanlı Devleti'ne derhal Ülgün'ü Karadağ'a teslim etmesi aksi takdirde İngiltere önderliğindeki uluslararası donanmanın İzmir'i işgal edeceğini bildirmiştir. Birde gemilerini Ülgün ve Osmanlı İmparatorluğu üzerine göndermiştir. Osmanlı İmparatorluğu bunun üzerine Ülgün ve birliğin üzerine asker göndermek mecburiyetinde kalmıştır. Müşir Derviş İbrahim Paşa komutasında Osmanlı birliklerince girişilen 1881'e kadar devam eden çatışmalar ve 22 Kasım 1880 Ülgün Muharebesi, 16-20 Nisan 1881'deki Slivova Muharebesi neticesinde birlik dağıtılmış liderleri tutuklanmıştır. Neticede Ülgün Karadağ'a verildi, Plav ve Gusinye ise Osmanlı'da kaldı. 1913 yılında 1.Balkan Savaşı'nda Karadağ tarafından işgal edilip elden çıkana kadarda kalmaya devam etti. Öte yandan Karadağ'daki gazeteler ittifakın hızla Osmanlıca Gladstone'un tehdit baskısı ile girişilen operasyonlar neticesi dağıtılması ve bu olaylar akabinde Osmanlıları ve Arnavutları (Prizren İttifakını) Berlin Antlaşması ile kendilerine verilen toprakları vermemek ve büyük güçleri kandırmak için danışıklı oyun tertip etmekle itham etti. Bununla birlikte ittifakın muhafazakar kanadını temsil eden Arnavut Gusinyeli Ali Paşa sonrasında II. Abdülhamid tarafından affedilip serbest bırakılıp bulunduğu yerde Gusinye muhafızı, İpek Mutasarrıfı yapılmıştır. İttifakın bağımsızlık yanlısı kanadını temsil eden Arnavut bağımsızlığını savunan Fraşirili Abdül Bey ise mahkemede yargılanıp ölüm cezası alsa da II. Abdülhamid cezayı hapse çevirdi, 1886'da sağlık nedenleri ile de affetti. Sonrasında kendisi İstanbul Şehremaneti üyeliğine getirilmiştir. II. Abdülhamid pek çok Arnavut'u üst düzey görevlere getirmiş ve askeriyeye almıştır. İlk Arnavut ulusal hareketi bu şekilde sona erdirilmiştir ancak bu olaylar bir kısım Arnavutların zaman içinde zayıflayan Osmanlıya karşı cephe alması ve bağımsızlık taleplerinin de önünü açmıştır. II. Abdülhamid'in tahttan ayrılması ardından 1909'da bölgede tekrar Arnavut isyanları patlak verecektir. Kıbrıs'ın İngiltere'ye kiralanması (1878) küçükresim|upright=0.68|sağ| küçükresim|upright=0.68|left| Mayıs 1878'de Osmanlı Devleti'ne resmen başvurmuş olan Birleşik Krallık, Kıbrıs'ın kendilerine verilmesi için bir anlaşma yapılmasını istedi. Ayastefanos Antlaşması yerine Rusya'yı daha Osmanlı lehine anlaşmaya ikna edebileceklerini de belirttiler. Osmanlı Dışişleri Bakanı Saffet Paşa, Birleşik Krallık'ın isteklerini yumuşatmak istediyse de İngiliz elçi gerekirse Kıbrıs'ı zorla işgâl edebileceklerini söyleyerek Osmanlı'yı tehdit etti. Bu tehdidin ardından anlaşmanın en geç 3 Haziran 1878 akşamına kadar yapılması için Osmanlı'ya yönelik baskı arttırıldı. Baskılar neticesinde Osmanlı, anlaşmayı kabul etti. Osmanlı Devleti ile Birleşik Krallık arasında Kıbrıs'ın yönetiminde değişiklik yapılmasını öngören anlaşma 4 Haziran 1878'de imzalandı. 7 Temmuz 1878'de de İngilizlerin Kıbrıs'a asker çıkarmalarına izin veren emir çıkarıldı. Böylece 12 Temmuz 1878'de Kıbrıs'a asker çıkaran İngilizler, Kıbrıs'taki Osmanlı bayrağını indirip yerine kendi bayraklarını çektiler. Böylelikle her ne kadar "geçici" olacağı söylense de Kıbrıs tamamen İngilizlere bırakılmış oldu. Bununla birlikte İngiltere Osmanlı İmparatorluğu'na karşı sözünü tutarak daha Osmanlı lehine olan ve Balkanlarda Makedonya'yı büyük ölçüde Osmanlı'ya bırakan bağımsız ve büyük bir Bulgaristan Krallıği yerine şeklen Osmanlıya bağlı bir Bulgaristan Prensliği kurduran Bulgaristan'ı ikiye bölen Erzurum, Doğubayazıd'ın Osmanlıya geri iadesini sağlayan Berlin Antlaşması'nı Ruslara kabul ettirtmiştir. Kıbrıs’ın İngilizlere teslim edilişinden iki yıl sonra, 1880 tarihinde, Altın Post Şövalyeleri Tarikatı tarafından, II. Abdülhamid’e şövalyelik nişanı verilmiştir. II. Abdülhamid'in iktidarının ardından Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin İngilizlere karşı savaşa girmesi neticesi 1914'te Kıbrıs, Büyük Britanya Krallığı tarafından ilhak edilecektir. Avusturya-Macaristan'ın Bosna-Hersek'i işgali (1878) küçükresim|sağ| küçükresim|sağ|upright=0.91| küçükresim|upright=0.91|sağ| Bosna-Hersek esasında 18.yy dan başlayarak uzun bir zaman boyunca Osmanlı İmparatorluğu ile Avusturya Arşidüklüğü arasında çatışmalara konu olmuş bir yerdir. Ancak Avusturya İmparatorluğu 18.yy'da burayı alma yönündeki tüm girişimlerinde başarısız olmuştu. Sonrasında halefi Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kurulduğunda Osmanlı ile ılımlı ilişkiler kurmayı tercih ettiğinden Bosna sorunu uzun bir süre iki devlet arasında gelmedi. Bosna'da Müslüman beyler, Hristiyan köylülerin sorumlu olduğu çiftlik ürünleri ve hayvanlar üzerindeki çeşitli vergilerin yanı sıra, her bir köylünün mahsulünün bazen yarısı kadarını almaktaydı. Ayrıca, mütesellimler, kalan verim üzerinden ek vergiler alırlardı. 1874 mahsulünün başarısızlığı ve köylülerin kötü durumu ve Panslavizm ve Pansırbizm'deki dış etki ve ayrıca Avusturya'nın daha fazla Güney Slav topraklarındaki özlemleri, bölgedeki Sırpların isyanı ile 1875'de Hersek İsyanı denen isyanın patlamasına neden oldu. Bu isyan sürerken Osmanlı Balkanlarda Rusların desteklediği Slavların çıkardığı Bulgar isyanı ve kendi özerk Sırbistan ile Karadağ Prensliklerinin ayaklanmaları ile uğraşmaktaydı. Osmanlı devleti Rusya ile savaşa doğru yürürken, Kırım Savaşı'ndaki durumun aksine Rusya diplomatik alanda Osmanlı'nın bu defa elini kolunu bağlayacak önemli hamlelerde bulundu. En başta 1815 Viyana Konferansı sonrası Osmanlı Devletinin Slavlara karşı toprak bütünlüğünü korumaya yönelik politikasını ne olursa olsun Balkanlarda Slav birliğini engelleme şeklinde değiştiren Avusturya Macaristan dışişleri bakanı Kont Andrassy'e ulaştılar. Osmanlı Devleti ile büyük güçler arasında Tersane Konferansı daha sürerken 15 Ocak 1877'de Avusturya Macaristan ile Rusya olası bir Osmanlı Rus Savaşı'nda, Rus galibiyeti halinde Bosna-Hersek'in Avusturya-Macaristan'a verilmesi ve karşılığında Avusturya-Macaristan'ın tarafsız konumda kalması; Balkanlarda tek ve büyük bir Sırp veya Slav devleti kurulmayacağı konusunda Budapeşte'de Peşte Antlaşması diye bilinen gizli bir antlaşma imzaladılar. Rusya bunun gibi Almanya ve diğer ülkelerle de tarafsızlık yolunda sözlü anlaşmalar yapıp savaşa girişinde başarısını diplomatik alanda garantilemek istemiş ve bunda da büyük ölçüde başarılı olmuştur. Netice olarak Rusya Osmanlı devletine savaş ilan edip 93 harbi sürerken Hersek isyanı bastırıldı ancak 93 harbi ağır Osmanlı yenilgisi ile sonuçlandı. Ayastefanos antlaşması Rusya ile Osmanlı Devleti arasında imzalandı. Ancak bu antlaşmaya İngiltere kadar Avusturya-Macaristan'da tepki gösterdi. Zira Rusya aralarında imzaladıkları Peşte Antlaşmasına aykırı davranmış, Büyük Bulgaristan’ı kurmuş, Avusturya’nın Selanik yolunu kesmeye çalışmış ve Karadağ’ın sınırlarını Avusturya-Macaristan aleyhine olacak şekilde genişleterek Avusturya’nın Adriyatik’e çıkışının iyice engellemiştir. Ayrıca savaş öncesinde aralarında yaptıkları Budapeşte Antlaşması’na göre Bosna-Hersek’i kendine verecekken, Ayastefanos Antlaşması ile burası Rusya ve Avusturya’nın gözetiminde özerklik kazanmıştı. Bütün bu nedenlerden ötürü Avusturya-Macaristan, Rusya’ya tepkili idi. Bundan oda İngiltere ile birlikte bu antlaşmanın iptalini istiyordu. Netice olarak Avusturya-Macaristan, zaman kaybetmeden İstanbul’a bir diplomatını gönderdi. İngiltere’nin Kıbrıs’ı istediği gibi İstanbul Hükûmeti’nden Bosna-Hersek’i direkt olarak talep etti. Bunun aksi olursa da Balkanlar’daki Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ’ın sınırlarının daraltılmasında Osmanlı Devleti’ne destek sağlamayacağını bildirdi. Ancak Babıali ve II. Abdülhamid bu teklifi reddetti. Bununla birlikte İngiltere, Osmanlı'dan Kıbrıs'ı alma karşılığı Berlin Kongresi planını çoktan hazırlamıştı. Rusya ve Avusturya Macaristan ile İngiliz dışişleri bakanları bir araya gelip kongrede neler yapılacağının planını kurmuşlardır. Buna göre İngiltere Osmanlı'ya yardım ederken 4 Haziran 1878 tarihli İngiltere- Avusturya-Macaristan ile yapılan gizli antlaşmada ise Bosna-Hersek’in Avusturya tarafından işgal edilmesi durumunda İngiltere karşı gelmeme garantisi vermiştir. Kongreye katılan devletler Berlin Kongresine normal şekilde başbakan ve dışişleri bakanlarını temsilci göndermişlerdir. Ancak Osmanlı Devleti’nde ise durum hiç böyle olmamıştır. Abdülhamit sadece bir diplomat ve bir Paşayı, Osmanlı’yı temsil için göndermiştir. Bunun II. Abdülhamid’in hatalarından biri olduğu iddia edilmektedir. Neticede İngiltere-Avusturya Macaristan ve Rusya arasındaki anlaşmalar gereği planlanan senaryo Temmuz ve Haziran 1878'de Büyük Güçler tarafından düzenlenen Berlin Kongresinde sahneye kondu. Daha başında Bismark Osmanlı delegesine esasında gerçekleri belirtecek şekilde şunu söyledi. “Kongre’nin Osmanlı Devleti için toplandığını zannederek kendinizi aldatmayınız. Osmanlı Devleti ile Rusya arasında yapılan Ayastefanos Antlaşması Avrupa devletlerinin menfaatlerine dokunan bazı maddeleri ihtiva etmeseydi, olduğu gibi bırakılırdı.” Avusturya Bosna Hersek konusunda güvenlik çekincelerinin olduğunu belirtti. Sırbistan ve Karadağ'ın bölgede genişlemesini Bosna Hersek'i kendisine kadar bölgesindeki Slavları kışkırtacağını düşündüğünü, Hersek İsyanı gibi çıkacak benzer bir isyanın kendisine sorun olacağını belirtti. Avusturya Bosna-Hersek'te kendi askerlerinin olması için Osmanlı'ya ve İngiltere'ye talepte bulundu. Rus temsilcilerinde de Bosna Hersek ve Yeni Pazar sancaklarına Avusturya'nın asker göndermesine itiraz etmeyeceğini belirtmesi bunu Avusturya Macaristan'ın yapabileceğinin Rus temsilcisi Gorçakofça bildirilmesi ile kongreden Bosna-Hersek'e Avusturya-Macaristan'ın asker göndermesi hususunda karar çıktı. Osmanlı delegelerinin ısrarı üzerine, Avusturya-Macaristan ile Osmanlı bir protokol imzalamıştır. Osmanlı sultanının hükümranlığının -semboliken de olsa-bölgede devam edeceği şartını Avusturya kabul etmiştir. Bosna-Hersek Avusturya idaresine geçmiştir. Kısacası Habsburglular Bosna'yı işgal etme hakkını elde etmiştir. Bosna-Hersek için en acı gerçek yönetimin değişmesi; tüm idari kurumların farklı bir sistem ile yönetilecek olmasıdır. Neticede Bosna-Hersek hukuki olarak Osmanlı'nın bir parçası olarak kalmaya devam etti ancak fiilen elden çıkmış Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na devredilmiş oldu ayrıca Avusturya-Macaristan Yeni Pazar Sancağı'nda da garnizon tutma hakkını elde etti. Bununla birlikte Müslümanlar Boşnak ve Arnavutlar, Babıali'den desteksiz Bosna Hersek'te bu işgale direnmeye çalıştılar. İşgal 29 Temmuz 1878'de; Avusturya Macaristan İmparatorluğunun 28 Temmuz 1878’de, Avusturya- Macaristan Hükûmeti Bosna-Hersek hakkında bir beyanname yayınlayarak askerlerinin sınırı geçmek üzere olduklarını, bunu, düşman sıfatıyla değil, fakat Bosna-Hersek’i ve bunlara sınır olan Avusturya- Macaristan arazisini uzun yıllar boyunca huzursuzluk içinde bulundurmuş olan kötülükleri ortadan kaldırmak üzere yapacaklarını belirtir beyanname yayınlanması akabinde başlamasına karşın Avusturya-Macaristan işgal kuvvetleri komutanı General Filipoviç, Hersek’in merkezi olan Mostar kasabasını şiddetli çatışmalardan sonra ele geçirmiştir . Bu mağlubiyete rağmen, halkın Avusturya yanlısı olmaması sonucu birçok Bosnalı, İmparator’un askerine karşı gelmeye devam etmiştir. General Filipoviç'in ordusu, Müslümanların ciddi direnişiyle karşılaşmış ve Doboj, Žepče (Sebze), Maglaj şehirlerine girebilmek için kuzeyde çatışmalara girip önemli kayıplar vermiştir. Maglaj şehrinde Avusturya ordusu ile Boşnaklar arasında ciddi çarpışmalar olmasına rağmen, Avusturya ordusu, 5 Ağustos’ta bu şehri, 8 Ağustos’ta da Zepçe’yi işgal etti. Bu sırada Babıali, Bosna’daki askeri temsilcilerine Avusturya-Macaristan askerlerini dostça karşılamaları talimatını göndermişti, fakat birçok Türk komutanı, bu talimatın aksine hareket etti. Bu suretle, direnişçilerin sayısı gittikçe çoğaldı. Hristiyanlardan birçok kimse ve Müslüman Arnavutlar direnişçilerin saflarına katıldılar. Böylece Avusturyalılara karşı mücadele eden vatanseverlerin sayısı yüz bine yaklaşmıştı. Graçanik, Biskova Hanı’nda ve Tuzla’da önemli çarpışmalar oldu. Wurtemberg Dukası’nın emrindeki tümen üç günlük şiddetli bir çarpışmadan sonra, Travnik ile Saraybosna arasındaki direnen mevzileri ancak zorlayabildi. Duka sonrası bu şehirlerden Travnik’i mukavemetsiz işgal etti. Avusturya işgal ordusunun büyük kısmı 18 Ağustos’ta Saraybosna’nın önüne geldi. Şiddetli sehrin içinde bile sokak sokak süren bir çatışmadan sonra 19 Ağustos’ta Saraybosna şehrine büyük kayıplar vererek girdi.General Zach komutasındaki Avusturyalılar 19 Eylül’de Bihaç’ı hücumla ele geçirdi. Başka bir yönde General Szapary Ağustos ayı sonunda Doboj şehrine girdi. Eylül sonlarına doğru Biyelina müstahkem şehri ile Tuzla kasabası Avusturya askerlerinin eline geçti. Sonbaharın ilk günlerinde mukavemetin şiddeti, yavaş yavaş durmaya başlamıştı. Ancak kırsalda süren direnişle de bütün Bosna-Hersek'in Avusturya-Macaristan Devleti tarafından ele geçirilmesi 28 Ekim 1878‘e kadar ancak tamamlanabilmiştir. 1908'de 2.Meşrutiyet sonrası Bulgaristan'ın bağımsızlığını ilan etmesi akabinde Bosna Krizi sonrasında Avusturya Macaristan Imparatorluğu zaten askerini bulundurduğu Bosna Hersek'i rakibi gördüğü Sırbistan'ın işgal etme tehlikesinin ortada olduğundan bahisle artık fiilen değil, resmi olarak da topraklarına katıp ilhak etmiştir. Böylece Osmanlı İmparatorluğu Bosna-Hersek'i tümden kaybetmiştir. Birinci Dünya Savaşı akabinde ise buraları Sırbistan'ın eline geçecektir. İran'a Kotur ve çevresinin terki (1878-1879) İran'da Nasıreddin Şah'ın kardeşi olan Mülk-i Ara Abbas Mirza, kardeşi tarafından sevilmezdi, bilhassa babalarının ölümü üzerine Nasireddin Şah ona karşı düşmanlığını daha fazla belli etmeye başlamıştı. Tahtını sağlama almak isteyen abisinin kendisini öldürme riski altında İngiltere ve Rusya'nın desteklediği Abbas Mirza ülkeden kaçmak zorunda kalmış ve önce Osmanlı İmparatorluğu'nda Bağdat'a sonra 1852'de İstanbul'a gelmiştir. Nasireddin şah kardeşi için Sultan Abdülaziz'le konuşmuş ve Sultandan Şehzadenin huduttan uzak tutulmasını, Halep veya Diyarbakır'a gönderilmesini istemiş, iki tarafta bu şekilde anlaşmıştır. Ancak sonrasında Nasireddin Şah, Bağdat'a gitmiştir. 93 Harbinde Osmanlı'nın endişesi savaş sürerken İran'ın Rus tarafını tutması ve tarafsız kalmayacağı korkusu olmuştur. İran, Nasireddin Şah'ın Bağdat'tan çıkarılması şartını ileri sürmüştür. İngiltere'de İran'dan Rusya yanında Osmanlı İmparatorluğu'na karşı cephe almamasını 1878'de talep etmiş, Nasireddin Şah “Osmanlı Devleti Abbas Mirza'yı Bağdat'tan sürdüğü takdirde Rusya ile bir anlaşma yapılmayacaktır" cevabını vermiştir.Bunun üzerine Abbas Mirza Tahran'a can güvenliği garanti şartlı Osmanlı'ca II.Abdülhamid tarafından geri gönderilmiştir. Bir müddet sonra abisince Zencan Valiliğine tayin edilmiştir. Osmanlı 93 Harbinde yenilince Berlin Antlaşmasında İngilizlerin araya girmesi ile Eleşkirt Ovası ve Doğubayazıt'ı geri vermeyi Ruslar kabul etmişti. Ancak Berlin Antlaşması'na İran'dan bir temsilci katılmıştı. Ruslar için stratejik öneme sahip kendi toprakları içinde sorun teşkil edebilecek Kotur şehrinde Osmanlı varlığını kabul etmek istemiyordu. Burası İran ile Osmanlı arasında da sınır anlaşmazlığında sorunlardan biriydi. Ruslar, Berlin anlaşmasına gözlemci gönderen İran'dan yana tavır alarak ellerindeki Doğubayazıt'ı ancak İran'a bu şehir ve çevresindeki köylerin Osmanlıca verilmesi karşılığında teslim edeceğini bildirdiler. Osmanlı Rus şartını bunun gereği olarak Kotur ve 18 köyü İran'a bırakmayı kabul edip, 1879'da burayı boşalttı. İran, Kotur ve çevresindeki 18 köyü böylece almış oldu; Ruslar'da işgal ettikleri Doğubayazıt'ı Berlin Antlaşması gereği Osmanlı'ya geri verdiler. Böylece kötü durumdaki Osmanlı İmparatorluğu, İran'a karşı da toprak kaybetmiş oldu. Fransa'nın Tunus'u işgali (1881) küçükresim|sağ|upright=0.91|Tunus'un Fransa tarafından İşgalini gösteren grafik (1881) küçükresim|sağ|upright=0.68|1881'deki Tunus Şehrine ait plan küçükresim|sağ|upright=0.91|Sidi_Bil_Hassan Kalesi'ni işgale giden Fransız birliklerini resmeden gravür (1881) küçükresim|upright=0.91|sağ|Pierre Léon Maurand tarafından alüminyum folyo üzerine baskı ile 67 x 76 cm ebatında resmedilen Bardo Anlaşması'nın imzalanmasını gösteren reprodüksiyon gravür. Soldan sağa Muhammed Larbi Zarrouk (Zarruk Paşa), Muhammed Aziz Batur, Mustafa Bin Ismail, Muhammed Haznedar, Osmanlı Tunus Valisi (beyi) Mehmet Sadık Bey, General Elias Mussali, Fransız Temsilcisi Theodore Roustan, Fransız General Bréart Tarihçi Akşin'e göre Osmanlı Devleti'nin Berlin Antlaşması'nı imzalarken habersiz olduğu gizli anlaşmalardan biri de Fransa ile İngiltere ve Almanya arasında yapılmıştı. Bu gizli pazarlıkta İngiltere aldığı Kıbrıs'a karşılık Tunus'un Fransa'ca işgaline ses çıkarmayacaktı. Fransa bunun için fırsat kollarken İtalya'nın Tunus ile ilgilendiğini öğrenince derhal harekete geçmeye karar verdi. Fransa, Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu buhrandan faydalanıp sözde Cezayir ile bazı sınır olaylarını, iki kabilenin birbiri ile çatışmasını gerekçe göstererek 1881 yılının başlarında Tunus'a girme hazırlıklarına başlar. Tarihçi Mehmet Özdemir'in yer verdiği Osmanlı arşiv ve belgelerine göre durumu fark eden Tunus beyi önce 19 Nisan'da Fransa'ya karşı Osmanlı devletinden yardım ister ama II.Abdülhamid ve Babıali donanmadan savaş gemilerini göndermek Fransa'yı karşısına almak yerine, çeşitli çekincelerle bu yola başvurmaz. Tunus beyi Mehmed Sadık Paşa'ya diplomatik çözüm ve Fransa ile iyi ilişkilerin korunması tavsiyesi verir. 5 Mayıs 1881'de durumun daha da gerginleşmesi ve Fransa'nın tümden işgal ve saldırmak üzere olduğunu anlayan Tunus beyi (valisi) çaresizce Osmanlı Devleti'nden durumun vahametini bildirip doğrudan gecikmeden savaş gemisi gönderip Fransa'ya karşı güç gösterisi yapması ve asker göndermesini talep edip açık açık yardım ister. Bunun halkın Osmanlı tarafından sahiplendiğinin delili olacağını kendisinin ve Müslüman halkın yalnız bırakılmaması ve yardımın geciktirilmemesi gerektiğini de alenen ve açıkca belirtir. Nihayet 2.Abdülhamid ve Babıali gemi gönderme kararı alır durum Tunus Beyine bildirilir ama gemilerin yola çıkması hala gecikmiştir. 8 Mayıs'ta Tunus beyi tekrar telgraf çekip yardım gönderileceği belirtilen telgrafın kendisini rahatlattığını ancak gemilerin geciktiğini Fransız birliklerinin denizden Tunus'a çıkarma yapmak üzere olduğunu bildirir. Osmanlı gemileri gidemeden 11 Mayıs 1881'de Fransız birlikleri Tunus'a denizden çıkarma yapar. Tunus valisi Mehmet Sadık Paşa diğer şehrin ileri gelenleri ile direniş örgütleme görüşmesi yapar. Öte yandan da Osmanlı yardımının zamanında yetişemeyeceğini anlayan vali çıkarmanın hemen öncesinde İngilizlerden de yardım istemiştir. İngilizler sözde yardım edeceklerini bildirse de esasında Fransa ile önceden anlaşmalı valiyi oyalama ve Fransa'nın ilk günden bir direnişle karşılamasını engelleme peşindedir. Tunus Belediye başkanı Zerruk Paşa,şehrin ileri gelenleri ve vali Manuba valilik sarayında toplanıp direniş kararı alır. Vali onayıyla Zerruk Paşa direnişi örgütlemek için Tunus şehrine gider. Ancak bunun akabinde valiye -kuvvetle muhtemel Fransız tertibi olan- bir telgraf gelir. Telgrafta padişah'ın "Tunus valisi Mehmet Sadık Paşa'yı azledip yerine Tunuslu Hayrettin Paşa'yı (Zerruk Paşa onun akrabasıdır) bey olarak görevlendirmeye karar verdiği" belirtilmektedir. Vali telgrafı gerçek sanıp uğradığı derin kuşku ve hayal kırıklığı ile sarayından direnişi örgütlemeye bu telgraf üzerine Tunus şehrine o gün hareket etmez. Ertesi gün 12 Mayıs 1881 tarihinde Manuba'da Sarayı'nda vali Fransızlarca kuşatılır ve bir anlaşma sunulur ya bu anlaşmayı imzalayacaktır veya en sert şekilde kendisi ve karşı koyanlara saldırılacaktır. Direniş yanlısı Zerruk Paşa ileri gelenler saraya gelip vali ile konuşmaya çalışsa da, gelen telgraf ve Hayrettin Paşa ile akrabalığından Tunus Beyi onu dinlememekle kalmaz, birde Belediye başkanlığı görevinden alır, toplantıyı dağıtır. Fransız tehdidine boyun eğip Bardo'da, Bardo Antlaşması'nı imzalar. Fransa'da, Tunus'u kendi himayesine aldığını duyurur. Osmanlı bu durumu henüz kabul etmemektedir. Ancak II. Abdülhamid'in tutuklatmak istediği Midhat Paşa ise Bardo Antlaşması'nın imzalanmasından beş gün sonra, -Akşin'in iddiasına göre 16 Mayıs'ı 17 Mayıs 1881'e bağlayan akşamda İzmir'deki konağının kimliği belirsiz kişilerce basılması akabinde - İzmir Fransız Konsolosluğu'na sığınır. II. Abdülhamid de Midhat Paşa'nın teslim edilmesini istemiştir. II. Abdülhamid'in bu isteğine karşı gelmek Fransa'nın Tunus'a el koyma politikasını sekteye uğratabileceği ve geciktirebileceği için Fransa, Midhat Paşa'yı teslim etmeye karar verdi. Böylece Midhat Paşa Osmanlı Hükûmeti'ne teslim oldu. Fransa'nın Midhat Paşa'yı çabuk teslim etmesi, Tunus sorununda II. Abdülhamid'in yumuşamasını sağladı. II. Abdülhamid'in politikasındaki bu değişiklik, Tunus sorununun Fransa'nın çıkarına göre gelişmesini hızlandırmış ve Tunus'un Osmanlı'nın elinden çıkmasını kolaylaştırmıştı. 8 Haziran 1883'te Tunus beyince Bardo anlaşmasına ek Mersâ Antlaşması imzalanınca Tunus, Fransa'nın resmen tam idaresine girdi, sömürge halini aldı. Böylelikle Osmanlı Devleti de Tunus gibi çoğunlukla Müslümanların yaşadığı bir toprak parçasını daha kaybetmiş oldu. Halk bunlara tepki göstersede direnişçiler arasında artık bir koordinasyon olmadığından Fransızlar isyanları bastırmıştır. İngiltere'nin Mısır'ı işgali (1882) ve Akabe Krizi (1906) küçükresim|upright=0.91|sağ| Mısır'da bazı çevreler, yabancı müdahalesine karşı oldukça tepkiliydi. Özellikle Sultan Abdülaziz döneminde verilen yanlış kararla Mısır Hidivliği'ne dış borç alma yetkisinin tanınması ile Süveyş kanalının vs. projelerin yapımında alınan yüksek miktarda ödenmez hale gelen Hidivlik borçları bahanesi ile yabancılar iyice Hidivliğin iç işlerine müdahil haldeydi. Gelişen bazı olaylar üzerine İsmail Paşa Mısırlılardan oluşan bir hükûmet kurdu, ancak İngiltere ve Fransa'nın baskısı üzerine II. Abdülhamid tarafından görevden alındı. Bu arada Mısır Hidivliği'ne karşı egemen olduğu Sudan'da Mehdi Savaşı denen isyan patlak vermiş ve Hidivlik Sudan'da kontrolü kaybetmişti. Mısırlılar, Urâbî Paşa etrafında toplanarak Osmanlı ve İsmail Paşa yanlısı şekilde yabancı müdahaleye isyan edince İngiltere de İskenderiye'yi topa tuttu. 13 Eylül 1882'de Urâbî Paşa yandaşları ile İngiliz ordusu Tellülkebîr'de karşı karşıya geldi. Çarpışma neticesinde İngiltere Mısır'ı ve ardından Mehdi Savaşına (Ayaklanmasına) dahil olup kazanıp otoriteyi tekrar kendi lehine tesis edeceği Sudan'ı fiilen işgal etmiş oldu. Osmanlı Devleti böylece önemli bir toprak parçasını daha kaybetti. 1885'de İngilizlerin Mısır'ı boşaltma karşılığı anlaşma yapılmaya çalışılsa da bu sonuçsuz kalmıştır. Süveyş kanalının durumu için bir tek Osmanlı devleti, İngiltere ve diğer devletlerle 1888 İstanbul antlaşmasına imza atmıştır. Bu anlaşma ile kanalın her devlete açık olacağı belirtilse de İngiltere kanal üzerinde de fiili hakim durumunu sürdürmüştür. İngiliz işgali altındaki Mısır ile Osmanlı devletinin Sina yarımadasındaki sınırları üzerindeki ihtilaf uzunca bir süre konuşulmadı, Osmanlı'nın inşa ettirmeye uğraştığı Hicaz Demiryolunun Akabe Körfezine doğru ilerlemesi bu ihtilafı tekrar gündeme getirmiştir. 1906'da neticede Akabe Krizi denilen kriz patlak vermiştir. İngilizlerin Ortadoğu'da hakimiyeti genişletme niyetleri karşısında Osmanlı Taba kasabasını işgal edip bir karakol kurdu. İngilizler, Akabe ve Taba'yı yeniden işgal etmek için Mısır'daki askerlerini toplayıp bir askeri gemi ile bölgeye gönderdi. Ancak Ahmet Muhtar Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri İngilizlerce gönderilen Mısır kuvvetlerini bölgeye indirttirmedi, bunun üzerine Mısır kuvvetleri yakındaki Firavun Adası'na inmiştir. İngiliz Donanması bunun üzerine Doğu Akdeniz'e savaş gemileri göndermiş ve Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı bazı adaları ele geçirmekle tehdit etmiştir. II.Abdülhamid, 13 Mayıs 1906'da Taba'yı boşaltmayı kabul etti. Uzun müzakerelerden sonra, 1 Ekim 1906’da anlaşmaya varıldı. 8 maddelik anlaşma ile Akabe Osmanlı İmparatorluğu Filistin eyaletine bağlı, Taba kasabası ise Britanya Mısır'ına bağlı kaldı. Hem İngiltere hem de Osmanlı İmparatorluğu,Refah'tan güneydoğu yönünde yaklaşık olarak doğrudan Akabe Körfezi'ndeki bir noktaya 5 kilometreden (3 mil) az olmayacak şekilde uzanan resmi bir sınır çizmeyi kabul etti. Sınır başlangıçta telgraf direkleri ile işaretlenmişti daha sonra bunlar sınır direkleri ile değiştirildi. I. Dünya Savaşı ile birlikte bölge tekrar hareketlenecek ancak Osmanlı'nın savaşı kaybetmesi ile birlikte Filistin ile birlikte Akabe'de İngilizlerin eline geçecektir. Sudan ve Habeş vilayetlerinin kaybı (1880-1885) küçükresim|upright=1.14|right| Osmanlı Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman devrinde Habeş vilayetlerine kadar nüfusu genişletmiştir. Sudan bir ara elden çıksa da Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve sonrasındaki yarı bağımsız Mısır Hidivleri Sudan'da otorite kurmayı başarmışlar ve Doğu Afrika topraklarını genişletmişlerdi. Buna karşın 1870'lerde Assab Koyu ve çevresindeki arazilerdeki beyler Osmanlı'dan İngiliz ve yabancılara kaymaya başlamıştı. Bu arada Fransızlar ve İtalyanlarda ve diğer yabancılarda kah para ile toprak alarak kah imtiyaz alarak bölgeye yerleşmeye başlamıştı. Fransızlar para ile satın aldıkları topraklarda Cibuti şehrini kurdular. Osmanlı Sultanı Abdülaziz Han Afrika'da Osmanlı otoritesini güçlendirmek için 1870'lerde Mısır'ın Doğu Afrika'daki ilerlemesini destekler şekilde davrandı ve Osmanlı'nın elinde olan Musavva ve Sevakin limanlarını korumasını Mısır Hidivi'ne bıraktı. Bunun yanında Fermanla Osmanlı yönetimi altındaki Zeyla'da bırakılmıştı. Mısır ordusu Osmanlı'nında desteğiyle Somali'ye Zanzibar Sultanlığı'na kadar ilerledi. Zanzibar Kralı'nın İngiltere'de yardım istemesi üzerine Mısır ile İngiltere arasında gerginlikler olsa da Mısır Hidivi geçici olarak aldığı bazı yerlerden çekilse de, o sırada Fransa ile rekabet içindeki İngiltere Hindistan yolunun güvencesi için zayıf durumdaki Osmanlı Devleti ve Mısır Hidivi'nin orada durmasının daha karlı olacağını düşündü.1875'te İngiltere Osmanlı'nın ve ona bağlı Mısır Hidivi'nin Cape Guardafui’ye kadar olan Afrika’nın doğu sahillerine Mısır’ın yerleşmesine itiraz edilmeyeceğini bildirdi. Mısır Hidivi de buraya yerleşti. Osmanlı Devleti, Galla taraflarından Zeyla ve Berbera’ya saldırılar olmaya başlayınca Mısır Hidivi İsmail Paşa’dan yardım istedi. Komutan Mehmed Rauf Paşa komutasındaki Mısır ordusu önce Zeyla ve Berbera’yı ele geçirdi. Ardından Somali kıyılarını takip ederek Ras Hafun’a kadar geldi ve buraya Osmanlı bayrağını dikti. Kısacası II. Abdülhamid'in saltanatına kadar bölgede Fransızlara karşı Hindistan yolunun güvence altına alınması hedefli İngilizlerin kendi kontrolünde bir Mısır-Osmanlı yayılması Fransızlara karşı tampon olarak da kullanılması söz konusuydu. Bununla birlikte İngiliz Başbakan William Ewart Gladstone, iktidara gelince bu politikadan vazgeçip İngiltere'nin Osmanlı ve Mısır aleyhine politika izlemesine sebep oldu. İngiltere kendisi yayılarak Osmanlı ve ona bağlı Mısır Hidivliği topraklarının ilhakı ve Fransa ile arasında ise İtalyan bölgesinin olacağı bir politika peşine düştü. Yine Sudan ve Kuzey Somali'de Mısır-Osmanlı ordusunun yüksek vergi alması ve keyfi tutumları yerel halkta huzursuzluklara neden olmuştu. Gerilla savaşı tarzı baskın ve çarpışmalar baş gösterdi. İtalyanlar da İngilizlerin desteği ile 7 Temmuz 1880’de Zeyla’nın kuzeyindeki Assab’ı Osmanlı'dan ele geçirdiler.1881'de kendini Mehdi ilan eden Muhammed Ahmed'in, Mısır ve Osmanlı'ya karşı isyan etmesiyle, Sudan'da Mehdi Savaşı denen olay patlak vermiştir; isyancılar Mısır kuvvetlerini birbiri ardına mağlup etti ve 1881-1882 arasında Mısır, Sudan üzerindeki kontrolünü kaybetti. Neticede karadan ikmalin zayıfladığı Eritre, Somali kıyı bölgesinde zaten 18.yy sonundan itibaren zayıflayan Osmanlı varlığı iyice tehlikeye düştü.1882'de Mısır, İngilizlerce işgal edilip Hidivliğin himayesi İngilizlerin eline geçince bölgedeki Mısır birlikleri de tümden çekildi.24 Eylül 1884’te Mısır birliklerini Berbera’dan çekmeye başladı ve çekilen Mısır birliklerinin yerini de İngiliz birlikleri almaya başladı. Osmanlı Devleti İngilizlerin yerleşmesini engellemek için bir süre çabaladı. Babıâli, Lord Granville’in 3 Ekim 1884 tarihli takriri üzerine Berbera Limanı’nın Osmanlı Devleti’ne ait olduğunu bildiren bir yazıyı Hariciye Nezareti aracılığı ile İngiltere’ye bildirmek durumunda kaldı. Ancak yaşanan zorluklardan ve kendi üzerinde Osmanlı hakimiyetine son veren İngilizlerin baskısı ile Mısır, Harar, Berbera ve Zeyla’yı 13 Mayıs 1885 tarihinde tamamen boşalttı. Bu arada Fransızlarda Cibuti'ye asker sokup Cibuti yanında Obuk İskelesini ele geçirdi. Diğer Osmanlı bölgeleri Fransızlar ile aralarında tampon bölge kurmak isteyen İngilizlerce İtalyanlara verildi. Yine 25 Aralık 1884 tarihinde İtalyanlar İngiltere’ye bölgede başka yerler ele geçirmek konusunda görüşlerini ilettiler. Osmanlı burada İtalyanların adım adım ilerlemesine sessiz kaldı. 1885'de Massava elden çıktı. İtalyan ilerlemesi bölgedeki bağımsız Ortodoks Hristiyan Etiyopya Krallığı'nın direnişi ve zaferleri ile ancak durdurulabildi. Ancak Eritre üzerindeki Osmanlı Mısır ortak hakimiyeti de sona ermiş burası İtalyanların eline geçmiş, Doğu Afrika'da Kızıldeniz'e komşu tüm Osmanlı toprakları elden çıkmış oldu. Kaybedilen bu yerlerin bir kısmının Süveyş Kanalı'nın açılması sonrası önem kazanan gemilerin uğrak yeri, İngiltere'nin Dünya'nın Hindistan ve ticaret yolu üzerindeki limanlar olduğu düşünülürse Osmanlı maliyesinin imparatorlukta yaşanan mali krizi iyice derinleştirecek şekilde en önemli gelir kaynaklarından birinden mahrum kaldığı açıktır. Doğu Rumeli'nin Bulgaristan Prensliği ile birleşmesi (1885-1886) küçükresim|upright=0.91|sağ| Bu arada 93 harbi sonrası, Bulgaristan Berlin anlaşmasi ile özerk Bulgaristan Prensliği ve Osmanlı'ya bağlı başkenti Filibe olan Şarķ-ı Rumeli (Doğu Rumeli) vilayeti olarak 2 ye bölünmüştü. Şarkı Rumeli, otonom olması kaydıyla Berlin Antlaşması ile doğrudan Osmanlı'ya geri verilmişti. Öte yandan Bulgaristan'da 93 harbi sirasında Rus ordusu ve Bulgar çeteleri müsluman ahaliye büyük yağma ve katliamlar yapmış, pek çok müslüman bölgeyi terk etmek zorunda kalmıştır.Bunlar içinde Plevne müdafaasında Lofça'nın düşmesi yapılan katliamlar akabinde kaçan Pomaklar'da vardır. Kaçan Pomakların bir kısmı Trakya'ya diğer bir kısmı ise güney Bulgaristan'da Rodop Dağları'nda yine çoğunlukta oldukları Ropçoz (Dövlen) çevresindeki dağlık Pomak köylerine ve şehire sığınmışlardı. Bu bölgelerin de Ayastefanos Antlaşması'nın ardından Bulgar ve Rus egemenliğine girme tehlikesinden ötürü buradaki Pomak halkı silahlanıp Pomak Tımraş Hükûmeti'ni Rodoplu Pomak 30 milletvekilinin ve yaklaşık 100 nahiye müdürünün de onayını alan Ahmed Ağa Timirski, Abdullah Efendi ve Kara Yusuf Çavuş önderliğinde kurmuştur. Bulgar ve Ruslara karşı direnmişlerdir.Berlin Antlaşması imzalandıktan sonra da, bulundukları yer sözde Osmanlı'ya da bırakılsa otonom bir Bulgar eyaleti görünümündeki Şarkı Rumeli (Doğu Rumeli)'ye Bulgar etkisinden bölgenin aidiyetini bu Pomak geçici hükûmeti ve halk kabul etmemiştir. 16 Mayıs 1879 tarihinde, İstanbul'da bulunan devletlerin elçiliklerine gönderdikleri mektupla bağımsızlıklarını ve nedenlerini tüm devletlere açıkça beyan etmişlerdir. Yine Dövlen (Ropçoz) ve çevresindeki 20'ye yakın köyde Pomak Timraş Cumhuriyeti'nin kurulduğunu ilan etmişlerdir.1882'de Şarkı Rumeli'deki eyalet birlikleri, Bulgar güçleri bölgeye girmeye çalışsa da başarısız oldu. Şarkı Rumeli'de ise Osmanlı kendisine bağlı ama Bulgar kökenli kişileri buraya vali olarak atamaktaydı. Fakat Şarkı Rumeli bölgesindeki Bulgar halk 18 Eylül 1885 tarihinde özerk Bulgaristan Prensliği ile birleşmek için bir isyan başlattı. Osmanlı'nın isyanı bastırmadaki müdahalesi yetersiz kaldı. Bu konuda büyük devletlerin baskısı ile Almanya'dan Radowitz, Avusturya'dan Calice, Fransa'dan Noailles, İngiltere'den White, İtalya'dan Corti, Rusya'den Nelidof, Osmanlı Devleti de Hariciye Nazırı Sait ve Adliye Nazırı Server Paşalar ile 8 Kasım 1885'de Tophane Elçiler Konferansı denen konferans toplandı. İngilizler ve ilgili devletler II. Abdülhamid ve Babıali'ye Doğu Rumeli'nin özerk Bulgaristan Prensliği'ne (Krallığına) bağlanması yönünde baskı yapmıştır. Rusların ve İngilizlerin müdahale edeceği korkusuyla padişah Doğu Rumeli Vilayeti'ne 5 Nisan 1886'da Tophane Konferansı ile özerk Bulgaristan Kralı'nı Osmanlı valisi olarak atamıştır. Kısaca bu oldu bittiyi kabul etmiştir. Sadece Kırcaali ve Doğu Rumeli Vilayetinden çıkarılıp Gümülcine Sancağına bağlı; Ropçoz ve çevre köyleri kısacası Pomak Timraş Cumhuriyeti'nin hak iddia ettiği alan bu vilayetten çıkarılıp Drama Sancağı'na bağlı bir Osmanlı şehri ve köyleri olarak kalmaya devam etmesi de kabul edilmiştir, güneyde stratejik Balkan dağ geçitleri Osmanlı elinde kalmıştır. Bölgenin doğrudan Osmanlı'ya devri sonrasında Pomak Timraş Cumhuriyeti sevkedilen Osmanlı birliklerince 1886'da sona erdirilmiştir. Bu arada Doğu Rumeli vilayeti ile ilgili durumu kabul edemeyen buranın kendilerine ait olduğunu iddia eden Sırplar ise Bulgarlara savaş açmıştır. Osmanlı kendine bağlı gözüksede, özerk Bulgaristan Prensliği yanında savaşa dahil olmamıştır. Doğu Rumeli'yi geri almak için bir hareket de yapmamıştır. Ancak buna rağmen özerk Bulgaristan Prensliği, Sırbistan Krallığı ile olan savaşı kazanmıştır. Şarkı Rumeli'de böylece tümden özerk Bulgaristan Prensliği elinde kalmış ve 1908'de Bulgaristan Prensliği'nin bağımsızlığını ilanı Bulgaristan Krallığı haline gelmesi ile burası da elden çıkmıştır. Kırcaali ve Ropçoz (Dövlen) çevresi ise II. Abdülhamid sonrası Sultan Reşat döneminde 1.Balkan Harbi sırasında elden çıkmıştır. Binlerce Pomak'da Balkan harbi sonrası Bulgar çeteleri ve ordusunun baskısı,katliam ve yağmaları ile aynen 93 harbindeki gibi 1.Balkan Harbinde yaşadıkları Dövlen ve çevresini terk edip Trakya'ya, Anadolu'ya kaçmıştır. Düyun-u Umumiye (1881) ve Reji İdaresinin kurulması (1883) küçükresim|upright=0.57|sağ| küçükresim|upright=0.57|sağ| Sultan II. Abdulhamit tarafından çıkarılmış Arap aylarından Muharrem ayında çıktığından sonradan Muharrem kararnamesi olarak bilinen bir kararname ile kurulan; bir taraftan Osmanlı, diğer taraftan Türkiye'de alacaklı Avrupalı ülkeler temsilcilerinden oluşan bir yönetim kurulu eliyle yönetilen, «Osmanlı Dış Borçları» nın intizamla ödenmesini teminen Osmanlı Hazinesinden tahsis edilmiş gelir kaynaklarını kullanan, Karma Komisyon'a Düyun-u Umumiye Meclisi; bu meclisin yönettiği karma nitelikteki teşkilata da Düyun-u Umumiye İdaresi denir. Osmanlı İmparatorluğu ilk dış borçlanmasını Kırım savaşına finansman bulabilmek için 1854 yılında yaptı. Bu yıldan 1874 yılına kadar geçen 20 yıllık sürede 15 ayrı dış borçlanma yapıldı ve Sultan Abdülaziz döneminde 1875'e gelindiğinde ise toplamda 239 milyona yakın dış borç yılda 11 milyon taksitle ödenmeliydi. Osmanlı hazinesi ise yılda ortalama 18 milyon gelir elde ediyordu, kısacası Osmanlı faizleri bile ödeyemez hale gelmişti.1875'de Rus taraftarlığıyla tanındığı için halkın «Nedimof» adım takdığı Mahmut Nedim Paşa'nın sadrazamlığında (1875) çıkarılan Ramazan Kararnamesi ile durduruldu. Kısaca Osmanlı devleti iflasını ilan etti. Bu durum protestolara neden oldu. II. Abdülhamid, tahta çıktıktan sonra bu devraldığı bozuk maliye neticesinde 1877–78 Osmanlı – Rus savaşıyla (93 harbi) birlikte imparatorluk dış borçlarının yanı sıra Galata bankerlerinden almış olduğu iç borçları da ödeyemeyeceğini açıklayarak moratoryum ilan etmek zorunda kaldı. Moratoryum ilanı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu, alacaklıları olan Osmanlı Bankası ve Galata bankerleri ile anlaşmaya giderek damga işlemleri, alkollü içki, balık avı, tuz ve tütünden alınan vergi gelirlerini 10 yıl boyunca iç borçlar karşılığı olarak alacaklılara bıraktı. Bu işlemleri yürütmek üzere 1879 kararnamesi denen kararname ile Rüsum-u Sitte İdaresi (1879) kuruldu. Resim ya da çoğulu olan rüsum, damga vergisi gibi dolaylı vergileri ifade ediyor. Sitte ise altı anlamına geliyor. Altı adet geliri kapsadığı için idareye bu ad verilmişti. Ancak bu da yetmedi, zira Osmanlı'nın esas olarak dıştaki alacaklıları vardı. Dış borçlardan alacaklı Avrupa devletleri yalnızca Galata bankerlerine olan iç borçlar için böyle bir idare kurulmasına tepki gösterdi kendi borçlarının ödenmesini istediler. II. Abdülhamid'de bu devletler ile 1881 yılında pazarlığa oturmak zorunda kaldı. Neticede II. Abdülhamid 1881 yılında yine kendi kurduğu Rüsum-u Sitte idaresini kaldırıp yerine 20 Aralık 1881’de Büyük Güçlerle varılan anlaşma neticesi Düyun-u Umumiyeyi kurdu. Ancak bu idarenin kurulmasından tek başına II. Abdülhamid'in sorumlu tutulup tutulmayacağı tam bir tartışma konusudur. Zira II. Abdülhamid, Sultan Abdülaziz ve V. Murad'dan iyi silahlanmış bir ordu, donanma yanında, çok kötü bir maliye teslim almıştır. 1875 ile 1881 arasındaki Abdülaziz dönemi Ramazan Kararnamesi ve II. Abdülhamid dönemi Muharrem Kararnamesi arasındaki iki kararname arası dönem adı ile de bilinen dönemde, Osmanlı'nın mali yönden en kötü dönemlerinden biridir. Bu dönemin arasındaki 93 Harbinde dahi Osmanlı bin bir güçlükle, içeride Galata Bankerlerinde ve Osmanlı Bankasından borçlanma ile bütçe finansmanını yapmış; ancak bir dış borç ve yatırım alamamıştır. Harbin gerektirdiği finansman için Osmanlı Bankası, ‘Glayn Mills, Currie ve Ortakları’ adlı banker kuruluşu aracılığı ile doğrudan doğruya halka satılmak üzere tahvil ihraç etmiş, ancak, ödemelerin durdurulduğu bir dönem yaşandığı için tahviller satılamamıştır. İstikrazın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine, %5 faizli ve 5,0 milyon Sterlin (borç tutarı 5.500.000 Osmanlı lirası, safi hasılası 2.860.000 Osmanlı altın lirası) tutarındaki bu tahvillerin tamamını %52 ihraç fiyatı ile yabancı ortakların olduğu Osmanlı Bankası bizzat kendisi satın alarak Osmanlı Devletine borç kaydettirmiştir. Neticede 93 Harbi ve yenilgisi sonrası ne içten ne dıştan borçlanamayan Osmanlı ekonomisinin idarecilerinin iyice çaresiz bir duruma geldiği II. Abdülhamid'in bu çaresizlikle bazı anlaşmaya imza attığı bu kararnameyi çıkardığı ortadadır. Fakat burada eleştirilen başka nokta II. Abdülhamid'in Düyun-u umumiye de daha iyi koşullarla anlaşma imzalama imkanı olup olmaması ve bazı yapılanlara da yetkisi olmasına rağmen seyirci kalması, selefleri Abdülmecid, Abdülaziz gibi yerli sanayi açısından devlet eliyle de olsa doğru düzgün bir yatırım yapmayıp pek çok maden imtiyazını da yabancıların üzerine bırakması Osmanlı ekonomisini liberalizm diye dış güçlerin insafına bırakmasıdır. Sonuçta II. Abdülhamid'in kurdurduğu Düyunu Umumiye pek çok olumlu ve olumsuz etkiyi Osmanlı ekonomisinde doğurmuştur. Örneğin; olumlu etkilerine bakılacak olursa, 1) 1881'de Muharrem Kararnamesine kadar Osmanlı'nın dış borcu toplam 252.131.196-Osmanlı Lirasına ulaşmıştır.Muharrem Kararnamesi neticesi Düyunu Ummumiye İdaresinin kuruluş aşamasında Osmanlı Dış Alacaklıları ile varılan anlaşma ile bu borç 110,6 milyon Osmanlı lirasi indirimle, 141.505.919 -Osmanlı Lirasına indirilmiştir . Kısacası Düyunu Ummumiye'nin kurulması karşılığı Osmanlı bir borç indirimi almıştır. Bu Düyunu Umumiye'nin kurulmasının olumlu etkilerindendir. 2)Bunun yanında borçların konsolidasyonu yolu ile ve düzenli borç ödemeleri ile Hükûmetin itibarına olumlu katkıda bulunmuştur; 3) Devlet kendisinden önceki yıllara göre borçlanmayı (%5-6 yerine %3-4 gibi) daha düşük oranlarda faizlerle ve (%60 yerine %80-90 gibi) daha yüksek ihraç fiyatları ile gerçekleştirmiştir; 4) Düyunu Ummumiye kapsamındaki gelirleri iyi örgütlenmiş yapısı ve şubelere ayrılmış geniş kadrosu ile etkili, verimli ve hatta dürüst yönetmiştir; yine 5) yabancı demiryolları ile kurduğu işbirliğinin Türk köylüsünün yararına sonuçlar verdiği; 6) düzeyli yönetim ve ehliyetli memur yetiştirme ve çalıştırılmasında iyi örnekler oluşturduğu; 7) hatta bu İdarenin yabancı bir mali denetim örneği olmadığı, gayrı resmi bir oluşum olduğu; öte yandan alacaklılar açısından borçların emin sağlam güvence ve karşılıklara bağlandığı söylenebilir. Buna karşın olumsuz durumlara bakarsak 1) Düyun-u Umumiye, esasında Osmanlı'nın en büyük iki alacaklısı olan Fransa ve İngiltere tarafından kontrol ediliyordu. Osmanlı Devleti'nin neredeyse bütün maliyesini yönetecek duruma gelen Düyun-u Umumiye'nin idaresinde İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan temsilcileri yer alıyordu. 2) Bazı vergilerin toplanma yetkisi Düyun-u Umumiye'ye bırakıldı. Böylelikle Osmanlı Devleti iktisadî bağımsızlığını kaybetti. 3) Düyunu Umumiye bu bağlamda devlet içinde devlet haline geldi ve bu idare suretiyle imparatorluk adeta yarı-sömürge haline getirilmiştir. 4) Ayrıca, Osmanlı Devletine Avrupalı bankalarla işlem yapılması zorunluluğu getirilmesi ve gümrük tarifeleri üzerinde düzenleme yetkisinin sınırlandırılması (yani, kapitülasyonlar) sonucu, Osmanlı İmparatorluğunun kendi kaynaklarını idareye serbestçe tahsis edebilmesi yetkisi (bütçe hakkını kullanabilmesi), görülmektedir ki, çok açık bir biçimde devletin iktisadi bağımsızlığını,yatırım imkanlarını kısıtlamıştır. 5) Yönetim kurulu üyelerinin aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nda iş yapan belli başlı yabancı demiryolu şirketlerinde de yönetim kurulu üyesi olmaları, bu İdarenin çapraz bir ilişkiler ağı içinde olmasına ve bu suretle emperyalist çıkarların baskı aracı olma işlevini artırmasına yol açmıştır. 6) Çoğunluğu yabancı ortaklı idarenin demiryolları, limanlar, sigorta şirketleri, maden işletmeleri ve telefon, posta ve elektrik servislerinde çalışan yetkili memurları vasıtası ile yabancı ülkeler için her türlü bilgi ve istihbarata da ulaşabildiği göz önüne alındığında Osmanlı'nın milli savunma ve güvenliği tam tehlike içine düşmüştür. 7) İmparatorluğun ekonomik ve mali kaynaklarını geniş ölçüde denetim altına alan İdare, gerek gördüğünde haciz yoluyla tahsilat yapabiliyordu. Zira bağımsız devlet olmanın belki de en önemli unsuru olan vergileme hakkı Devletin elinden alınmıştı.Sömürgeci bir yaklaşımla, merkezdeki üst yönetim ve denetim işlevlerinin yabancı kökenli memurlarla, taşra servis hizmetlerinin ise yerli memurlarla yürütüldüğü maliye hizmetlerinin en az üçte ikilik kısmı borç idaresinin görev ve yetkisi içine girmişti. İdarenin memurlarına düzenli bir biçimde ödenen tatminkâr aylık ve ücretleri karşısında, alttaki Osmanlı maliye memurlarının düzensiz biçimde ödenebilen maaşları gelir düzeyleri üstelik de çok geride bulunuyordu. 8) Ama en önemli ve kabul edilemez durum da şudur: Dış ülkelere büyük ortakları İngiltere Fransa gibi Düveli muazzama ülkelerine Düyunu Umumiye'den akan sınırsız istihbarat yanında birde Düyunu Umumiye hem de Osmanlı'nın savaşa girdiği ülkelere borç verme finansman sağlama cüretinde bulunmuştur. Örneğin 1903 tarihli Kararname ile faiz oranını artırarak alacaklılara daha yüksek gelir sağlanmasını temin için kaynağı Osmanlı vergi gelirleri olan bir Yedek Fon oluşturulması öngörülmüş, İdare bu Fonda biriken gelirleriyle, Osmanlı Devleti’nin finansman tahvilini alma talebini reddettiği halde, Osmanlı Devleti’nin savaş halinde olduğu devletlerden (örneğin, İtalya ile yapılan Trablusgarp Savaşı sırasında bu ülkeden) tahvil almıştır. Kısacası Osmanlı'nın kendi parası ve gelirleri ile savaştaki düşmanı İtalya'yı finanse edecek kadar büyük bir rezaletle karşılaşılmıştır. Bununla birlikte Osmanlı Devleti'nin borçlarının önemli bir bölümü silindiyse de hatta 1903'te Düyun-u Mübeddele-i Muvahhede Düyun-u Umumiye İdaresi ile de mutabakat sağlanarak ve onun yönetimindeki gelirler karşılık gösterilerek, piyasada bulunan tüm tahviller %4 faizli yeni tahvillerle değiştirilerek, ‘Borçların Birleştirilmesi’ sağlanarak 43.179.247-Osmanlı lirası daha indirim sağlanmışsa da 1881'den 1908 yılına kadar 12 ile 15 arası borç sözleşmesi imzalandığı için dış borçlanma sürdü. Netice olarak II. Abdülhamid Düyunu Umumiye sayesinde bazılarının iddia ettiği gibi Osmanlı'nın toplam borçlarında %90 lık bir eksilmeye neden olmamıştır. 141 milyon Osmanlı lirası ile başladığı Düyunu Umumiye borçlanmasında 1909'da aradan geçen 29 senelik zamanda onca faiz vs.ödemesine karşın sürekli de borçlanmak zorunda kalan Osmanlı'nın hala 119 milyon Osmanlı lirası borcu bulunmaktadır. Bu borç II. Abdülhamid sonrası Osmanlı'nın girdiği 1.- 2. Balkan, Trablusgarb Savaşları ve I. Dünya Savaşı'nda hazırlık için borçlanmalara girişilmesi neticesi 1914'te 153,9 milyon Osmanlı lirasına kadar yükselmiş, Kurtuluş Savaşı akabinde paylaşımlarla Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne kalan borç da toplam 107,5 milyon lira olmuş ve Düyunu Ummumiye'nin 1928'de kapatılıp kapitülasyonların sona ermesi ile tüm borcun kapatılıp ödenmesi 1954’te tamamlanmıştır. Öte yandan II. Abdülhamid'in esas en büyük ekonomik hatalarından biri Düyunu Umumiye üzerine Reji İdaresinin kurulmasına izin vermek üzerine olmuştur. 1883 yılında Memalik-i Şahane Duhanları Müşterekül Menfaa Reji Şirketi(kısaca Reji İdaresi) adı altında yabancı sermayeli bir şirket kuruldu. II. Abdülhamid'in kararıyla Osmanlı Devleti, 30 yıl süreyle en önemli gelir kaynakları olan tütün, tuz ve kahveden toplanan vergileri, alacaklı ülkelerin kurduğu Reji İdaresine bıraktı. Şirketin sermaye sahiplerinin çoğu Rotschild ailesinin sahibi olduğu bankalardı. Reji İdaresinin kurulması, Düyun-u Umumiye İdaresinin kurulmasıyla büyük ölçüde elden çıkmış olan mali bağımsızlığın yitirilişinin tescili oldu.Osmanlı ekonomisine,maliyesine ve siyasal yapısına Düyunu Umumiye'den çok daha fazla zarar verdiği iddia edilmektedir. Zira Reji İdaresi’nin kurulmasıyla özellikle tütün üretimi rejinin elinde toplanmış, rejiden izin almadan üretim yapmak kaçakçılık ilan edilmiştir. Osmanlı en önemli gelirlerinden mahrum kalmıştır.Reji İdaresi tütün fabrikalarında halkın emeğini sömürürken, idarenin üst yönetim kademelerinde halktan çalışan bulundurmamış genellikle kendi yandaşlarından yabancı ülke vatandaşlarına istihdam sağlamıştır. Öte yandan Reji üretimi ve fiyatlandırmasını kendi tekeli doğrultusunda yaptığından genellikle düşük fiyat vermekte, çiftçiyi yaşamak için zaruri kaçakçılığa sevk etmekten başka yol bırakmamaktaydı. Daha önce olmadığı kadar kaçakçılık faaliyetleri gelişmiş, hayatını idame ettirmek isteyen çiftçi için bir zorunluluk haline gelmişti. Reji’nin kaçakçılıkla mücadele için oluşturduğu kolluk adı verilen güvenlik güçleri genellikle sorunlu insanlardan meydana getirilmekle beraber halkı baskı ve zulümle düzene getirmeye çalışıyorlardı. Kaçakçılık mücadelesi uğruna halkı öldürmekten çekinmiyor genellikle silahlı müdahalelerde bulunuyorlardı. Öyle ki rejinin kolluk gücü bulunduğu bölgede kendi kolluk gücü Osmanlı'nın jandarmasından üstün bir konuma oturmuştu. Neticede özellikle tütün başta olmak üzere birçok üretim atölyesi kapanmış, yeterli toprağı bulunmayan çiftçi üretim yapamamış, kentlere göç etmeye kimi yerde mecbur kalmış, tütüne bağlı yan kollar dağılmış sonuç olarak birçok kişi işsiz kalmıştır.Reji kendi kurduğu fabrikalarda yöre halkından birçok kişiyi istihdam etmiştir; ama yalnız işçinin emeğini sömürü niteliğinde kullanmış ve çok düşük ücretlerle çalışanları çalıştırmıştır; bunun hiçbir memnuniyet yaratmadığı ve Osmanlı çiftçisi köylüsü üzerinde kalkınmaya yönelik gelir arttırıcı bir niteliğinin olmadığı ortadadır. Bütün bunlara rağmen 2.Abdülhamid sonrası, 1913'te Balkan Harbi'nde devletin paraya ihtiyacı olduğundan bu zor durumu bilen ve istifade etmek isteyen reji, faaliyetinin bir 15 yıl daha uzatılması teklifinde bulunmuş, verilen paraya karşılık İttihat ve Terakki Partisi bile rejiyi çaresizce kabul etmek zorunda kalmıştır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti döneminde 26 Şubat 1925'te Tütün Rejisi lağvedilip 1 Mart 1925'te Tütün Rejisi Fransızlardan devletçe satın alınıp ve tüm hak ve yükümlülükleri devlete devredilebilmiştir. Bunun yanında madencilik alanında da sorunlar çıkmıştır. Osmanlı Devleti, madencilik tekniklerini geliştirecek ve mühendislerini arttıracak uzun dönemli yatırımlardan kaçınmış bunun yerine çeşitli madenlerin imtiyazlarını yabancılara, azınlıklar veya serbest müteşebbislere bırakarak kısa vadeli bir rahatlama peşine düşmüştür. Örneğin II. Abdülhamid zamanında sanayi de demiryollarında önemli yer tutan Ereğli Kömür madenleri bir Fransız şirketine, 1887'de Boraks madenleri İngilizlere, 1892'de Balya Karaaydın Linyitleri yine bir başka devlete, 1893'de manganez imtiyazı Kassandra şirketine verildi. Osmanlı vatandaşlarına maden imtiyazları verilse de imtiyazların giderek yabancıların eline geçtiği göze çarpmaktadır. Yine pek çok alt yapı yatırımı da hatta işletilmesi de Berlin Bağdat Demiryolu hattı gibi yabancılarca üstlenilmiştir. Bunlarında Osmanlı ekonomisini toplumunu uzun vadede hedeflenenin aksine olumsuz etkilediği açıktır. Hatta işin daha da enteresan yanı günümüz Türkiye'sinde de tartışma konusu olan hazine garantili projelerin benzerini geçmişte Abdülaziz ve II. Abdülhamid'in uygulamasıdır. Osmanlı Devleti, “Kilometre Garantisi Sistemi” olarak adlandırılan sistemle yabancı şirketlerin kârını garanti altına alıyordu. Bu sistem uyarınca, yabancı şirketler, garanti edilen kârın altında kâr ettikleri takdirde farkı Bâb-ı Ali’den tahsil ediyorlardı. Sonuç olarak II. Abdülhamid'ce tarımın ve ekonominin geliştirilmesi amaçlı bu alt yapı projeleri ve bu amaçlara ilaveten İmparatorluğun güvenliğini sağlama asker sevkiyatı ve yolcuğu kolaylaştırıp İmparatorluğu ekonomik yönden kalkındırma amaçlı demiryolu hatları planlamış ve yapılmaya çalışılmışken ne yazık ki yapılan hatalardan demiryolu ulaşım projeleri, bir yandan “kilometre garantisi” ne dayanan sistematiği ile, diğer yandan yabancı demiryolu şirketlerine demiryolu hattının her iki yanında yer alan yirmişer kilometrelik alan içinde maden arama ve bulunacak madenleri işletme hakkının verilmesi ile ülke maliyesini ve ekonomisini iyice yabancı sermayenin denetimine sokmuştur; devletçe istenen amaca da maalesef tam ulaşamamıştır. Ammiyya İsyanı (1889-1890) Suriye'de Havran'da ve Lübnan'da Dürziler ve Al Atraş Aşireti bulunmaktaydı. Bölgede büyük toprak sahipleri hakim konumdaydı ve özellikle 1860larda çıkarılan Arazi Kanunu neticesinde köylünün arazisine el koyma, köylüleri sürme arazilerinden istediği gibi pay alma şeklinde çeşitli hakları vardı. Ortak arazilerini büyük arazi sahipleri ile paylaşmak istemeyen fakir konumdaki çiftçiler ve kiralık arazi işletenleri Dürzi El Atraş Aşiretinin liderliğinde bölgede ayaklanma çıkardılar. Osmanlı İmparatorluğu isyancıların taleplerini kabul etmek zorunda kaldı. Buna göre Kiracı çiftçiler ve tarım işçileri, yerel şeyhlerin suistimallerini engellemiş ve onları ortak arazinin sadece 8'de birinden pay isteyebilecekleri yönünde sınırlanması, ayrıca, ortak arazinin geri kalanını şeyhin kontrolü dışındaki bireysel parsellere bölünmesi (toprak reformu) ve çiftçileri büyük arazi sahiplerinin küçük fakir çiftçileri sürgün etmesinin engellenmesi talepleri Osmanlıca kabul edildi. Bunun yanında bölgedeki fakir halkın özellikle Buğday ve tahıl pazarlamasını ürün satışını kolaylaştırma ve bölgenin kalkınmasını sağlama bunun yanında bölgenin kontrolünü denetimini kolaylaştırma bağlamında II. Abdülhamid ve Osmanlı idarecileri Hayfa, Beyrut, Şam arasına demiryolu inşa etmeye karar verdi. Bu amaçla Belçika ve Fransız şirketleri ile anlaşılıp demiryolu inşası için Şam–Hama ve Temdidi Osmanlı Demiryolu Şirketi kuruldu ve bu şirkete imtiyaz tanındı. Ancak aynı bölge II. Abdülhamid'in hemen sonrasında bu defa kurulan demiryolu hatlarından vergilendirme ve zorunlu askerlik kaynaklı bağımsızlık talepli Havran Dürzi İsyanı'na (1909) konu olacaktır. Yemen isyanları 1886, 1895-1897, 1904-1906 Yemen Kanuni döneminde fethedilmiş olsa da Yemen'de Şii Caferi mezhebine bağlı Zeydilik görüşünü benimseyen Yemen Zeydilerine ait Sanaa'nın kuzeyindeki dağlık bölge ve çevresi fethedilememiş sadece aşağı sünni nüfusun olduğu sahil kesimleri alınabilmişti. Bununla birlikte bu bölgenin kontrolünü hedefleyen 1630 Osmanlı harekâtı da başarıya ulaşmadı. Sonrasında Osmanlı'nın vassalı konumundaki Aden'i elinde tutan Lahic (Lahej) Sultanlığı 1740'da Osmanlı'dan ayrıldı. Bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğu Zeydi bölgeleri ele geçirme ve egemenliğini genişletme arzusuna devam etti. 1830'da küçük parçalara bölünen Zeydi Sultanlıklarını Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ile işbirliği yaparak elde etmeye çalışsa da Mehmet Ali Paşa'nın girişimlerine İngiltere ve Fransa'nın karşı çıkması neticesi Paşa kuvvetlerini geri çekti. Bu arada İngilizler 1839'da Lahic Sultanlığı'na bağlı Aden'e saldırıp şehri ele geçirdiler. Burayı Hindistan yolundaki Arap yarım adasındaki bir üs olarak kullanmaya başladılar. 1849'da Osmanlılar bir İmam'ın dağlı Yemen'in Osmanlı vasalı olma arzusunu bildirmesi üzerine tekrar Sanaa yönüne ilerlemeye başlasalarda Zeydi direnişi neticesi tekrar geri çekildiler. 1872'de ise nihayet yerel soyluların beceriksiz yeteneksiz Zeydi İmamlar karşısında daveti üzerine Osmanlılar, Ahmet Muhtar Paşa komutasındaki ordu ile tekrar Yemen'in dağlık kısmı üzerine giderek Sanaa ve çevresini ele geçirip Aden ve Yemen'in en güneydeki sahil kesimi dışındaki yerlerde Yemen Vilayeti'ni kurdular. Bununla birlikte Aden'deki İngilizlerin pek boş olduğu söylenemez. İngilizlerin bu bölgeye ilgisi Osmanlılarca engellenmeye ve bu yönde İngilizlerle müzakerelere girişilmeye çalışılmışsada İngilizlerle anlaşma sağlanamamıştır. Yemen artık 1872 sonrası Merkezden atanan idarecilerle yönetilmeye başlandı ve bayındırlık hizmetleri de yapıldı. küçükresim|sol|upright=0.91|1904-1906 Yemen İsyanını Yapan İmam Yahya Muhammed Hamidüddin küçükresim|sol|upright=0.91|1914'e kadar Yemen Vilayeti küçükresim|sağ|upright=0.91|Osmanlı Kontrolündeki Sanaa şehri 1907 Sanaa-13a|küçükresim|sağ|upright=0.91|1907 Yemen'de Osmanlı askerleri Yerel Birliklerle askeri geçitte küçükresim|sol|upright=0.91| Yemen'de 1900'de Sanaa'da bulunan askeri okul Ancak merkezde atanan kişilerin karıştığı yolsuzluk olayları ve Osmanlı'nın Zeydi imamları yani Zeydilerin liderlerini tanımamaları Sanaa ve çevresinde yerel halkın hoşnutsuzluğuna sebep oldu. 1886'da adalet söylemiyle Zeydiler isyan ettiler. İsyan bastırıldı. Diğer bir isyan da 1895 yılında vuku buldu. İsyana önderlik eden kişi İmam Hamidüddin’dir. (Mansur olarak da bilinir, İmam Yahya’nın babasıdır). Bu isyanı bastırmak üzere Yemen’e gönderilen Hüseyin Hilmi Paşa ve askeri tabur iki yıl boyunca isyancılarla uğraşmak durumunda kalmış ve nihayetinde hareket başarıyla sonuçlanmıştır. Ancak pek tabiidir ki bu savaş Osmanlı ekonomisine ciddi zararlar vermiştir. Sonrasında Osmanlar Zeydi imamlarını tanımamakta devam etmişlerdir. Sonradan bölgeye gönderilen Ahmet İzzet Paşa'nında belirttiği gibi Zeydi İmamlarının tanınması ve işbilir, dürüst yöneticilerin atanması ile bu sorun çözülebilecekken, Osmanlı'nın hataları İngilizlerin vs. kışkırtması ile bu iş iyice büyüyüp 1904 yılına kadar gelmiştir. 1903 sonu 1904 başında 1895 isyanının mimarı İmam Hamidüddin'in oğlu Yahya Muhammed Hamideddin Zeydilerin imamı olarak kendilerince seçilir ve halkı örgütleyip tekrar çok büyük bir isyan başlatır. İsyancıların Sana ve Taiz’e doğru hareketi üzerine bölgedeki Osmanlı valisi Tevfik Biren merkezden yardım ister ancak yardım geç gönderildiğinden İmam Yahya ve adamları Sanaa, Taiz yolunu kesip Sanaa'yı kuşatma altına alır. Yardım için gelen Osmanlı birlikleri gerilla taktikleri ve baskınlarla geri çekilmeye mecbur bırakılır. İmam Yahya Osmanlı ile müzakere istese de Osmanlı talepleri kabul etmez. Israrlı şekilde Sanaa'yı savunur ama 1905 başında abluka ve erzak yetersizliği sonucu Sanaa'yı boşaltma kararı verilir. İmam Yahya Sanaa'daki Osmanlı birliklerinin çıkmasına izin vereceğini ama Osmanlı'nın ateşkesi kabul etmesini ister. Talep kabul edilir ve Sanaa İmam Yahya'nın eline geçer. Ancak Osmanlı Devleti ve II. Abdülhamid bu isyanı bastırmakta, Sanaa'yı geri almakta son derece kararlıdır. 40. Hamidiye Süvari Alayı Yemen’e sevk edildi ve Ahmed Feyzi Paşa bölgeye vali olarak atanır ve ilerlemeye başlarlar. İmam Yahya'da ateşkesi bozdukları gerekçesi ile Osmanlılarla çarpışmaları tekrar başlatır. Osmanlı birlikleri Sanaa'ya isyancılarla çarpışa çarpışa tekrar girerler. Paşa vekil olarak yanından Sanaa'da yanında bulunan subaylardan Ahmet İzzet Paşa'yı bırakıp İmam Yahya ve adamlarını yakalamak isyancıları yok etmek için Şehhare'ye ilerleyip orayı kuşatır. Ancak İmam Yahya'da boş durmamaktadır. Gerilla savaşları, vurkaç taktikleri yanında İkincil bir isyancı kuvveti ile şehri kuşatan Osmanlı birlikleri ve paşayı kuşatır. Ahmet İzzet Paşa'nın durumdan haberdar olup Şehhare'ye ek kuvvetleri yetiştirmesi ile Osmanlı birlikleri çemberden son anda kurtulur. İsyan büyük ölçüde bastırılmasına karşın, Osmanlının asker kayıpları yüksekti. İmam Yahya ve adamları yakalanamamış ve vurkaç saldırıları sürüyordu. Yahya yeni ittifaklar peşinde koşuyor, isyan bildirileri tüm Yemen'de dağıtılıyordu. Öte yandan Yemen'e İtalyan ve İngilizlerin ilgi göstermeye başlaması, İmam Yahya'nın bunların yanına geçme durumu II. Abdülhamid ve kurmaylarını endişelendiriyordu. Osmanlı ve Yahya neticede aracılar vasıtasıyla bir araya geldi. Osmanlı İmamın kendi emri altında olması, adına hutbe okutması ve Osmanlı sancağının imamlık merkezi olarak kontrolü altında Saada’de olması gibi şartlar ileri sürdü. Yahya bu şartları kabul etmedi. II. Abdülhamid müzakere heyetine Yahya'nın adamlarından 40 kişi seçip Yemen'den İstanbul'a gelmesi müzakerelerin burada yapılması için yetki vermişti. Yahya'nında onayıyla 40 kişilik bir heyet İstanbul'a gitti. Ancak müzakereler sonuçsuz kaldı. Bununla birlikte ufak olaylara karşın hem Osmanlı hem de isyancıların lideri İmam Yahya uzun bir süre hareketsiz kaldılar. Müzakereler ise bu sürede el altından devam etsede sonuç alınamadı. 1909'da Yahya'nın yine gönderdiği heyet ise 31 Mart olayına denk düşünce yine bir anlaşma sağlanamadı. Osmanlı'nın Yemen isyanlarını bastırırkenki asker, malzeme ve mali kayıpları çok yüksektir. II. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra bu defa 1909'da Yemen'de Şeyh İdrisi isyanı Asri'de patlak verdi ve İdrisi'nin İtalya'dan dış güç desteği vardı. Osmanlı bununla uğraşırken 1911'e İmam Yahya tekrar isyan etti,İmam Yahya'nın isyanı 1904-1906 İsyanı'nı bastırma görevi diplomatik müzakerelerde önemli rol oynayan genelkurmay başkanlığı seviyesine kadar yükselen Ahmet İzzet Paşaya' verildi. İzzet Paşa 1911'de Yemen'e gelerek isyanı bastırdı ve İmam Yahya ile tekrar müzakere masasına oturdu. İmam Yahya'yı Osmanlı adına Yemen dağlık bölgesi hükümdarı olarak tanıyan ayrıca Yemen dağlık bölgesine otonomi veren Da'an Antlaşması'nı imzaladılar. Osmanlı İmam Yahya'nın hak iddia ettiği dağlık bölge toprakları kendisine bırakılacak, Yahya hükümranlık bölgesinde içişlerinde serbest olacak öte yandan Şeyh İdrisi'nin yakalanması ve mücadeleye Osmanlı ile birlikte katılacak, topraklarında Osmanlı'ya karşı bir faaliyete izin vermeyecek ve isyan etmeyecekti, sembolik olarak Osmanlı birlikleri bölgede bulunacaktı, yine Yahya buna karşın müminlerin emiri ünvanından vazgeçecek kendisine her yıl 20.000 Osmanlı altını ita olunacak ve Zeydilik Osmanlıca Yemen'nin dağlık bölgesinde tanınacaktı. Yahya sözünü tuttu. Lawrence ve Arap isyanına karşın I. Dünya Savaşı'nda Yemen toprakları nispeten sakindi. Hatta Osmanlı yanında Hicaz-Yemen Cephesi'nde İngilizlere karşı saf tuttu. Ancak Osmanlı İmparatorluğu 1918 yılında Mondros Ateşkes Mütarekesi'ni imzalayarak Arabistan'dan çekilmesiyle İmam Yahya San'a'ya girerek bağımsızlığını ilan etmiştir. Öte yandan hem İmam Yahya hem İdrisi isyanlarıyla uğraşan Ahmet İzzet Paşa'nın eksikliği komutanın Nazım Paşa tarafından üstlenilmesi 1.Balkan Savaşı'nın Osmanlı aleyhine sonuçlanmasındaki faktörlerden biri olmuştur. Ertuğrul Faciası (1890) küçükresim|150pix|sağ|Ertuğrul Firkateyni 19.yy sonunda Japonya hızla gelişerek topraklarını genişletme ve ekonomisini güçlendirme peşine düşmüştür. Japonya, 1894-1895 Çin-Japon Savaşı'nı zaferle noktaladıktan sonra dikkatini Asya kıtası üzerinde yoğunlaştırdığı yıllarda artan gücüne karşı, Rusya, Almanya ve Fransa birlikte hareket ederek Doğu Asya üzerindeki ilerlemesini durdurma kararı almıştır. Rus tehlikesine karşı İngiltere ve diğer Asya ülkeleri, özellikle de Osmanlı İmparatorluğu ile sıkı işbirliği kurmaya çalışmıştır. 1887'de Japonya Prensi Komatsu bir savaş gemisiyle İstanbul'u ziyaret etti. Sultan Abdülhamid'de bir karşı ziyaret tertip edilmesini istemiştir. Ancak II. Abdülhamid donanmayı kızağa çektiği için düzgün bir gemi bulunmamaktadır. Bu iş için donanmadan Ertuğrul gemisi seçilir, gemi için çürük bakımı yapılmadı itirazlarına karşın, donanma komutanınca (Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa) II. Abdülhamid'e gerekli kontrollerin yapıldığı ve geminin sağlam olduğu bilgisi verilir. Firkateyn donanma komutanının kendi damadı olan Osman Paşa komutasında, 2. Abdülhamid'den Japon İmparatoru Meiji'ye mücevherli imtiyaz nişanı ve diğer hediyeleri götürmek amacıyla yola çıktı. Temmuz 1889'da İstanbul'dan ayrılan Ertuğrul Firkateyni, güzergahı boyunca birçok limana uğradı. Süveyş kanalında gemi bir arıza geçirsede onarımla yola devam etti. Firkateyn, 11 ay sonra 7 Haziran 1890'da Japonya'nın Yokohama Limanı'na ulaştı. Osmanlı heyeti Japonya'da kaldığı 3 ay boyunca birçok temasta bulundu. Japon Deniz Kuvvetlerinin tayfun uyarısına rağmen, Ertuğrul Fırkateyni 15 Eylül 1890'da Yokohama Limanı'ndan ayrıldı. Kuşimoto açıklarında tayfuna yakalanan firkateyn, 16 Eylül 1890'da kayalara çarparak battı. Kazadan sadece 69 denizci kurtuldu, aralarında geminin kaptanı Osman Paşa'nında olduğu 550'nin üzerinde Osmanlı leventi ise hayatını kaybetti. Sağ kurtulan 69 denizci Japon donanmasında zırhlı kruvazör Japon Hiei ile İstanbul'a getirildi. Fırkateynin trajik sonu, Türk-Japon dostluğunun başlangıcı olurken, kazanın yaşandığı Kuşimoto'da 1891'de şehitler için anıt dikildi. 1937'de Türkiye tarafından restore edilen anıt önünde her yıl düzenli anma törenleri yapılmaktadır birde Kuşimoto'da müze bulunmaktadır. Ermeni Sorunu küçükresim|sağ|upright=0.82|II. Abdülhamid Ermeni toplumu özellikle Selçuklulardan beri Türklerle bir arada yaşayan bir toplumdur. Selçuklu ve Anadolu Beyleri hakimiyeti sonrası bu topluluk Osmanlı toplumu içerisinde de olduğu gibi yaşamaya devam etmiştir. Osmanlı'da sadakatleri ve uyumlu şekilde hareketleri nedeniyle Millet-i Sadıka olarak bile adlandırılmıştır. 16.yy'da ilişkiler o kadar iyidir ki; Sultan Fatih Sultan Mehmet, Ermeni Psikopos Hovagim ve yanındaki Ermenileri Bursa'dan daha önce Ermenilerin yaşamadığı İstanbul'a getirip, burada ilk defa Ermenilere bir patriklik kurdurmuş ve Patrik olarak başına da Hovagim'i getirmiştir. Vergi konusundan çıkan Zeytun İsyanı (1780) haricinde kayda değer 18.yy içinde Osmanlı topraklarında bir Ermeni isyanı olmamakla birlikte gerek İran Ermenilerinin durumundaki gelişmeler ve gerekse 17.yy ve 18.yy'da Osmanlı topraklarındaki gelişmeler, misyonerlik faaliyetleri bu sorunun 19.yyda ortaya çıkmasının temeli olmuştur. Zira, Osmanlı İmparatorluğu'nun aksine komşusu sürekli mücadele ettiği İran'da Safevi devleti (Ermenilere bir kısım haklar veren I. Abbas hariç) şahları ise Ermenilere karşı hiçte iyi muamele yapmamaktadır. Bu durum karşısında İran'daki özellikle Pers hakimiyeti altında Karabağ ve çevresindeki yoğunluklu Ermeni nüfusun ruhani liderleri defa kere Avrupa'ya Müslüman hakimiyeti ve Perslerden kendilerini kurtarmaları için başvurmuş ancak bir sonuç elde edememiştir. İran Ermenilerinin bağımsızlık uğraşları 17.yy'da da devam etti. Ancak Avrupa'dan yüz bulamayan Ermeniler bu defa o dönemin Rus çarı I. Petro'ya başvurdu. Sıcak denize planları için bu durumu bulunmaz bir fırsat olarak gören Rus çarı onlara destek olmayı himaye etmeyi kabul etti, kendisinden o dönem yardım talep eden Ermeni Ori'yi hizmetine aldı, Rus İmparatorluğu lehine Ermeni Alayı kurma teklifini kabul etmekle kalmayıp İran'a elçi atadı. İsveç ile savaşı kazanması akabinde 1.Petro Transkafkasya'ya yöneldi ve İran ile savaşında Hazar kıyılarını Ruslar aldılar ki Ermenilerden kurdukları alayları da bu amaçla kullandı ancak I. Petro sonrası halefleri bu yerleri tutacak güce sahip değildi. Osmanlı, çöken Safevi devleti sonrası Rusya'nın Kafkasya'ya yerleşme tehlikesi yanında kendisi de buradan pay alabilmek için Rusya -İran arasındaki mücadeleye kuvvet sevk ederek kendisi de dahil olmuştu.Osmanlılar, Fransa’nın arabuluculuğuyla Rusya ile 1721/23’te “İran’ın taksimi” için bir anlaşma imzaladı. Antlaşmaya göre Ruslar İran’dan Mazenderan ve Gilan vilayetlerini alırken, Erivan ve çevresi Ormanlı hâkimiyetine bırakıldı. Ruslar ise 1.Petro ölümü akabinde Terek nehrini sınır alacak şekilde bölgeden çekildiler. Sonrasında zayıflayan Osmanlı karşısında II.Katerina dönemi savaşları ile Ruslar Osmanlı'nın Karadeniz ve bölgedeki gücünü kırdılar. 1813'te İranla tekrar savaşa giren Ruslar İran Kaçar Hanedanı ordusunu bozgun üstüne bozguna uğrattı. Karabağ, Gence, Şirvan Şeki, Kuna, Bakü ve Talış hanlıkları İran ile imzalanan Gülistan Antlaşması’yla Rusya’ya katıldı.Rusya bu başarısında bölgedeki Ermenileri de kullanmıştı. Rusların sonrasında içine düştüğü karışıklıklardan istifade eden İranlılar 1826-1828 arasında 2.Rus-İran Savaşı'nı başlatıp savaşın başında Ruslara karşı büyük başarılar kazansada, ele geçirdikleri yerleri sonrasında aldıkları yenilgilerle kaybettiler. Ruslar, Abbasabadi, Ordubad, Sardarabad, Nahçivan ve Erivan’ı tekrar ele geçirdiler. Bu savaşta Ruslar Ermeni alaylarından büyük yardım aldılar. 1828'de imzalanan Türkmençay Antlaşması ile bölgede çoğunlukta olan Müslüman nüfusu İran ve sonrasında Osmanlı'ya sürdüler yine karşılığında İran'daki tüm Ermenileri de Güney Azerbaycan'dan Karabağ'a yerleştirdiler. Ermeniler yine de istedikleri bağımsız devlet arzusunu gerçekleştiremese de Ruslardan Ermeni Eyaleti ve özerklik alabildiler. Ruslar neticede bölgede Hristiyan bir nüfus ve kendine bağlı tampon bir Ermeni bölgesi oluşturdu. 1813 ve sonrası bölgedeki Ermeni nüfus ve alaylarını Ruslar Osmanlı'ya karşı da kullandılar. Osmanlı'nın sınır bölgesindeki Ermenileri de Osmanlı'ya karşı kışkırttılar. C.Oskanyan'ın dediği gibi 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Ruslar Erzurum dahil sınır bölgesindeki Ermenileri Türklere karşı kışkırtmış ve başarılı olmuşlardır ancak sonrası bölgeden çekildiklerinde bu Ermeniler'de buradan ayrılmak zorunda kalmıştır. küçükresim|sağ||1895’te Ermeni (diğer Hristiyanlar) ve Müslüman nüfusun Türk (Batı) Ermenistan’da ve Kuzeydoğu Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer komşu bölgelerindeki dağılımının haritası haritadan görüleceği üzere Ermeniler İmparatorluğun hemen hiçbir noktasında bağımsız devlet kuracak kadar çoğunluk nüfusa sahip değildir. Öte yandan Vaftiz ismi Manuk olan Sivaslı Mekhitar (1676-1749) adlı bir rahip Osmanlı ve Venedik topraklarında yaptığı geziler sonrasında Ortodoksluktan Katoliklik mezhebine geçmekle kalmamış, aynı zamanda kendi öğretisinde bir kilise kurmuştur. Ona göre Ermeni Patrikliği Katolik Kilisesi ile birleşmeli ve Ermenilerin kendilerine ait bir devleti olmalıdır. Mekhitarist öğreti denen bu öğretiye göre kurulan kiliselerinde çeşitli kitaplar Ermeniceye çevrilmiş ve Ermeni dili ile kültürü konusunda bir bilinç oluşturma peşine düşülmüştür. Fransız İhtilali sonrasında gerek Tiflis ve gerekse Moskova-Lazarevski Enstitüsü Lazarian Koleji gibi kurumlara giden Osmanlı topraklarında yurt dışına çıkan Ermenilerin bir kısmı burada yaşadıkları atmosferin etkisi ile Osmanlı topraklarına bağımsızlık yanlısı faaliyetlerde bulunmak üzere döndüler. Protestan misyonerlerin ilköğretim, kolejler ve diğer öğrenim kurumları açmaları diğer yanda Islahat Fermanı ile Hristiyan azınlıklara getirilen haklar bu haklardan geri kaldığını düşünen Ermeni Patrikhanesinde hoşnutsuzluğa neden oldu. Rusya'nın Ortodoks Hristiyanların koruyucusu sıfatıyla ortalığı karıştırabilme tehlikesini, öte yandan batılıların etkisi bunun yanında Ermeni Patriği ile yurtdışından gelen Ermeniler arasında mücadele neticesinde Patriğin yetkilerini sınırlandıran bir milli nizamname kendilerini devrimci olarak tanımlayan Ermenilerce hazırlandı. Patrik'in yetkileri sınırlandı. Sultan Abdülaziz ve Osmanlılar Nizamnâme-i Millet-i Ermeniyân adı verilen bu nizamnameyi ve Ermeni Ulusal Meclisi'nin kurulmasını onayladılar. Ermeni Patriği yetkilerini Ermeni Millet Meclisi ile paylaşmaya başlamış ve nizamname ile sınırlandırılmıştır. Patrik değişiklikleri kendi toplumunun erozyonu olarak algıladı. Bu da Ermenilerde dönüm noktası oldu. Ermeniler çeşitli cemiyetler kurdular. bütün bu cemiyetler, Doğu Anadolu’da okullar açarak öncelikle gençleri eğitmeyi amaç edinmişlerdi. Osmanlı Hükûmeti de bu cemiyetlerin eğitim faaliyetlerini, onların doğal hakkı olarak görmüş ve bu cemiyetlerin daha sonra devletin aleyhinde zararlı faaliyetler içerisine girebileceklerini düşünmemiştir. Dolayısıyla Osmanlı Hükûmeti Ermeni cemiyetlerinin okullar açmasına izin vermiştir.Ancak bu cemiyetlerin bazıları ne yazık ki Osmanlı topraklarındaki Ermenileri etkileme ve silahlandırma için kurulmuştur. küçükresim|sol|upright=0.68|II. Abdülhamid'i "Ermeni Kasabı" olarak niteleyen bir Fransız karikatürü.[[Dosya:“Le Rire”, Number 134, May 29, Paris, 1897.jpg|küçükresim|upright=0.82|Hamidiye Katliamları sebebiyle II. Abdülhamid'in "Kızıl Sultan" olarak tanımlandığı Le Rire dergisinin kapağı.]] 93 harbi sırasında Ruslar, Doğu Anadolu'daki Ermenileri de kışkırttılar, bölgede Ahmet Muhtar Paşa'ya karşı savaşan Ruslar'ın önemli bir kısım askeri Ermenilerden oluştuğu gibi Rus ordusu komutanı Mikayel Loris-Melikof, 2.derece komutanlar Şelkovnikov, İvan Davidoviç Lazarev (Ohannes Lazaryan), Arshak Tergukasov ve Avinov Tiflis'li Ermenilerdendi. Rusya ayrıca bu alaylar vasıtasıyla 1828-1829 savaşından çok öte şekilde bölgedeki Ermenileri de kışkırtmış ve çeşitli Ermeni çetelerle işbirliği yapmıştır. Bununla birlikte bağımsız bir Ermenistan düşüncesinde olan Ermeniler bu amaçla Ayastefanos antlaşmasında özerklik talep etsede Ruslar kendi bölgeleri için emsal teşkil eder korkusuyla bunu kabul etmemiş ancak Ermenilerle ilgili Islah yapılması ve Kürtlere, Çerkeslere karşı Osmanlı'nın onların güvenliklerini sağlama yükümüne ilişkin bir maddeyi anlaşmaya eklettirmişlerdir. Berlin Antlaşması'nda da hak özerklik veya bağımsız devlet olmak için talepte bulunmuşlardır. Ancak Balkanlardaki durum ile meşgul olan Berlin Kongresi'nde istediklerini alamamışlardır. Bununla birlikte Berlin Antlaşması, Doğu Anadolu'daki Ermenilerin Rus himayesine yönelmelerine engel olmak amacıyla Osmanlı İmparatorluğu'ndan bu bölgedeki Ermenilerin durumunu düzeltmeye yönelik bir sıra reform yapmasını talep etti. Berlin Kongresi’nden sonra, antlaşmaya imza koyan devletler diğer maddeler gibi, Ermeni Meselesi ya da Bâbıâli’nin diplomatik hassasiyet nedeniyle tercih ettiği isimle Anadolu Islahatı’yla ilgili maddenin de takipçisi oldular. Öte yandan milletlerarası diplomatik boyutu daha da belirginleşen ve kronikleşen bu sorunun çözümünü hızlandırmak emelinde olan Ermeniler, patrikhanenin dini ve seküler çevrelerin siyasi lobi faaliyetleri yanında, uluslararası arenada gündemden düşmemek amacıyla bir dizi isyan ve sansasyonel eylem gerçekleştirdiler. İsviçre'nin Cenevre kentinde 1887'de Hınçak ve Gürcistanda 1890'da Taşnak partileri kuruldu. Bu partilerin ikiside Osmanlı topraklarında Özerk veya bağımsız Ermeni Devleti kurulması yolunda faaliyetler, isyan ve terör eylemlerinde bulunmuşlardır. Sultan Abdülhamid, başta Rusya olmak üzere Avrupalı devletlerin Balkanlarda olduğu gibi Doğu Anadolu’da da etnik ihtilafları kullanmak düşüncesinde olduklarının farkındaydı ve buna fırsat vermemek için çeşitli tedbirler aldı, Ermenilerin ayrılıkçı yabancı yayınlarının ülkeye girişini engellemeye çalıştı. Avrupa’nın istediği reformları yapmak konusunda isteksiz davranan Sultan, bu konudaki baskılara uzun yıllar dayandı. Bu şartlar altında eylemlerini arttırmaya ve Avrupa kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışan Ermeniler, Anadolu’da başlatacakları olaylarla bunu gerçekleştirebileceklerini düşündüler. Ermeniler 1878'de Maraş'a bağlı Zeytun'da ilk ayrılıkçı,özerklik talepli ayaklanmayı çıkarmışlardır. Bu ayaklanma Osmanlılarca 1878'de bastırıldı ve isyancılar yakalanıp yargılandı ancak İngiltere'nin zorlaması ise Ocak 1879'da Osmanlı Ermeni elebaşlarını serbest bıraktı. Ancak esas isyan 24 Ekim 1895’de başlayan ve 28 Ocak 1896'da fiilen Şubat 1896'da ise isyancıların teslimiyle biten ayaklanmadır. Bu isyanda Ermeniler önce Osmanlı askerleri ile çatıştılar sonrası olayı soruşturmaya gelen 2 Osmanlı Jandarmasını yaktılar ardından hükûmet merkezi ve kışlayı ele geçirip Müslüman evlerini yaktılar. Osmanlı askerlerini esir alıp çevre Müslüman köylerde katliam yaptılar. Buna karşın Osmanlı Ordusu, Zeytun çevresine operasyon düzenleyip saldıran Ermenilerden bir kısmını öldürdü, Zeytun şehrinde Ermeniler kuşatıldı, Ermenilerde esir aldıkları 400 Osmanlı askerini katlettiler. Ancak sonrasında Ermeniler üzerine yapılacak bir harekâtta hem askerlerden hem de kadın ve çocuklardan çok sayıda insanın zarar görmesi muhtemel olduğu için Aralık ayının sonuna kadar Zeytun kasabasına girilememesi nedeniyle İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, İtalya ve Avusturya devletlerinin sefaretleri tarafından kendilerine başvurular akabinde Zeytunlu isyancılarla Osmanlı Devleti arasında aracılık teklif edilmiştir. Osmanlı Devleti aracılık teklifini kabul etmiş ve söz konusu devletlerin konsolosları ile Zeytun Ermenileri arasındaki görüşmeler neticesinde 1896 Şubat'ında Zeytunlu Ermeniler teslim olmuşlardır. Arabuluculuk neticesi asi Ermenilerin hiçbir ceza almadan kurtulmuş ve isyan bu şekilde son bulmuştur. Bölgeye varılan anlaşma doğrultusunda bir süre Müslüman bir yönetici atansada sonrasında Hristiyan bir yönetici atanmıştır. Bütün bunlar yaşanırken birde Ermenilerle çatışan Bitlisli Huytu Aşireti Reisi Hacı Musa Bey'in Khars köyünden Ermeni Ağacan'ın kızı Gülizar'ı, evine baskın düzenletip zorla kaçırtarak önce kendisinin sonra ise kardeşi Cevahir'in haremine katması ve İslamiyet'e geçirilmesi Ermeni tebaası ve akabinde de dış basında oldukça büyük yankı uyandırmıştır. Kız 4 ay sonra ancak ailesinin şikayeti ile bulunup ailesine teslim edilebilmiştir. Kızın fiziksel ve ruhsal işkencelere uğramış bir gözününde kör kaldığı ortaya çıkmıştır. Hemen ardından 1890'da kurulan Taşnak komitesinin Erzurum'a gizliden silah sevk edip bölge genelinde isyan çıkarma hazırlığı duyumu üzerine Osmanlı birlikleri bölgeye intikal etmiş ve Erzurum Ermeni mahallerinde arama yapmaya başlamıştır.19 Haziran 1890 tarihinde yapılan arama sonucunda kilise ve Sanasaryan Mektebi’nde silah imalatında kullanılan birkaç parça araç-gerecin haricinde herhangi bir mühimmat bulunamamıştır. Bu aramayı bahane eden Hınçak komitesi mensubu Ermenilerden bir kısmı ise halkı galeyana getirip isyan çıkarmıştır. Osmanlı birlikleri Müslüman ahaliyi müdahale etmemeleri yönünde uyarmış kalabalığın dağılmasını yönünde ihtara karşın ateşle karşılık verilmesi üzerine bölgede çatışma çıkmıştır. 2 saat süren çatışmada 24 Temmuz tarihli bir rapora göre, olaylar sırasında Müslüman halktan 4 kişi, Ermenilerden ise 10 kişi hayatını kaybetmiştir. Yaralı sayısı ise Müslümanlardan 45 iken, Ermenilerden ağır ve hafif olmak üzere toplam 74 kişiye ulaşmıştır. Osmanlı askerlerinden 4 kişi hayatını kaybederken 15 asker yaralanmıştır. Öte yandan Müslüman halkın her şeye rağmen sağduyu göstererek Ermeni çocuk ve kadınlarını muhafaza ve himaye etmek maksadıyla evlerinde sakladıkları da belirtilmiştir. Ancak bu durum ve olaylar iyice çarpıtılarak çevre topraklardaki Ermenilere ve batı basınına aksettirilmiştir. Bölgede 1895'te Erzurum, Tercan, Hınıs ve Bayburt'ta tekrar Ermeni isyanları çıkacak bunlarda bastırılacaktır. 1890'yılında “Kürt Musa Bey Olayı” ve arkasından Erzurum’da yaşanan karışıklıklar sonrası kimi Ermenilerin tutuklanması, Ermeniler tarafından ülke geneline yayılan tepkilere neden olmuştu. Birçok bölgede komiteler tarafından organize edilen protestolar yaşanmış ve bunlara bağlı kargaşalar çıkmıştı. Benzer şekilde başkent İstanbul’da da çeşitli protestolar yapılacak ve Doğu Anadolu’dan İstanbul’a gelen birçok Ermeni, şikâyetlerinin Sultan II. Abdülhamid’e iletilmesi için başta Ermeni Patrikhanesi olmak üzere başkentte bulunan Ermeni önderlerine baskılarda bulunacaklardı. Bu sırada İstanbul Ermeni Patrikliği görevinde Horen Aşıkyan Efendi bulunuyordu. Aşıkyan Efendi Osmanlı idaresi ile – özellikle de Sultan II. Abdülhamid’le – ilişkisi iyi olan bir ruhani önder idi ve Ermeni komitelerinin faaliyetlerine de açıktan karşı çıkıyordu. Hem Patrik Aşıkyan’ı uyarmak hem de İstanbul’da yapacağı bir eylemle Ermeni sorununun ciddiyetini Osmanlı Devleti yetkililerine göstermek hemde bir güç gösterisi yapmak isteyen Hınçak komitesi, 27 Temmuz 1890 günü Kumkapı Ermeni Patrikhanesi Kilisesi’nde bir eylem gerçekleştirdi. Kumkapı gösterileri olarak bilinen bu eylem İstanbul'da gerçekleştirilen ilk ayrılıkçı Ermeni isyanı ve olayıdır. Harutün Cangülyan, Mihran Damadyan ve Hamparsum Murat Boyacıyan Efendi gösteri sırasında bir manifesto okuyarak Patrik'i, Ermeni Ulusal Meclisini olaylara kayıtsız kalmakla suçladılar.Patrik'in odasını basıp onu zorla kendileriyle Yıldız Sarayı'na yürümeye zorlamaya çalıştılar ancak Osmanlı zabitleri bunu engellemek için göstericileri kuşattı, Patrik'i kurtardı. Çıkan arbede ve çatışmalarda 4 Osmanlı zabiti ve 3 gösterici yaşamını yitirdi. Sonrasında Patrik diğer Ermenilere Hınçak ve Taşnaklara itimat etmemeleri yönünde bildiri yayınlasa da ardı ardına Hınçak ve Taşnaklarca kendilerine destek vermeyen Ermenilere suikastlar ve baskılar neticesi, II. Abdülhamid'in görevde kalması yönünde ısrarlarına karşın 1894'te istifa etmek zorunda kalacak ve 1899'da ölecektir. Yerine seçilen 1895'e göreve başlayan İzmirliyan ise bulabildiği her fırsatta batılı güçleri olayların içine sokmaya çalışmış ve isyan hareketlerinin aleyhinde net bir tavır sergilememiştir. Hatta 1894'de Müslüman ahaliye yönelik gece baskınları ve saldırıları bile kendisinin yönlendirdiği iddia edilmektedir. İstanbul'da Kumkapı gösterileri ile başlayan Ermeni olaylarının akabinde 1895 Babıali Olayları patlak verdi.Taşnak ve Hınçak Ermenileri 28 Eylül'de 6 Büyükelçiliğe mektup gönderip İstanbul'da barışçıl protestolar yapacaklarını belirtmişlerdir. Bu amaçla Bitlis, Van, Muş'ta dahil Doğu Anadolu'ndan pek çok Ermeni'yi de İstanbul'a getirmişlerdir. 30 Eylül 1895'te toplanan Garo Sahakyan liderliğinde 2000 kişilik kitle Babıali'ye dilekçe vereceklerinden bahisle oraya doğru yürüyüşe geçmiş ancak güvenlik güçleri ile çatışmalara girmiştir. Sonuçta Osmanlı zabitleri ve Ermenilerden ölen ve yaralılar olmuştur. Müslüman halkında galeyana gelmesi ile yer yer çatışmalar olsa da durum olaylara karışan Türk Ermeni her kişinin cezalandırılacağı bildirilerek bastırılmıştır. Ancak çıkan olaylar karşılıklı katliamlara neden olmuştur. Ayrıca, olaya zamanında gerektiği gibi müdahale edemeyen Küçük Sait Paşa’nın Sadrazamlıktan alınmasına ve Kâmil Paşa’nın Sadaret’e tayin edilmesine neden olmuştur. Bu arada Tıbbiyeli öğrencilerin hükûmeti basiretsizlikle suçlayan bildiriler dağıtmaları akabinde pek çoğu tutuklanmış ve kargaşalar İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin güçlenmesi ve eylemlerinde yeni bir safhaya geçmesine bile neden olmuştur. Bu 1895 Babıali olayı öncesi başrolde İngiltere elçisi Philip Currie’nin bulunduğu inceleme komisyonunun çalışmaları sonucunda, İngiltere, Fransa ve Rusya Bâbıâli’ye verdikleri 11 Mayıs 1895 tarihli ortak memorandumla Berlin Antlaşması’nda öngörülen ıslahatın acilen icrasını istemişler Abdülhamid buna bunca zaman direnmekteyken bu olaylar sonrası 17 Ekim 1895’te Sultan Ermeni Islahat programını uygulamaya koymak zorunda kaldı.20 Ekimde “Vilâyât-ı Sitte’nin Islâhına Dâir Islahât Lâyihâsı” başlıklı reform programının, ilgili mülki ve askeri görevlilere gönderilmesini onayladı (20 Ekim 1895) Ancak Hınçak ve Taşnak eylemcileri 26 Ağustos 1896 Osmanlı Bankası Baskını terör eyleminde bulundular. 1897'de ise bu defa 1897 Ermeni Babıali Olayı denen olayda Ermeni teröristler Osmanlı Bankası baskınının yıldönümünden bir hafta önce, 18 Ağustos 1897 tarihinde Osmanlı payitahtında üç binaya eşzamanlı bombalı saldırı düzenlediler. Bunlardan birisi kısmen başarıya ulaşırken, ikisi girişim aşamasında kaldı. Bâbıâli’ye bomba atılması sonucu bir odacı ölürken, altı kişi yaralandı. Osmanlı Bankası’na giren terörist dinamit fitilini ateşlemek üzere iken muhafızlar tarafından etkisiz hale getirildi. Galatasaray Karakolu’nu bombalamak isteyen terörist ise panikleyip bunu başaramayınca, uzun bir takip sonucunda yakalandı. Eylemin sevindirici tarafı, iki yıl önceki gibi sokak çatışmalarına fırsat verilmemesi ve asayişe halel gelmemesiydi. Saldırılar, devletle işbirliği halinde olan yeni patrik Ormanyan ve Ermeni cemaati tarafından lanetlenirken, Avrupa devletleri tarafından da kınandı. 1891'de ise Siirt'e yakın Sason'da Ermeni devrimci örgütlerince desteklenen Mihran Damadyan'ın başı çektiği direniş hareketleri başlatıldı. 1894'de ise Birinci Sason İsyanı Ermenilerce çıkarıldı. Bu iki isyanın bastırılması ardından Rus destekli Andranik Ozanyan 1904'te İkinci Sason İsyanını çıkardı bu isyanda bastırıldı. Yine 1895 sonu 1896 başında Van isyanı patlak verse de buda bastırıldı. Öte yandan Ermenilerin 1878'deki Zeytun İsyanı ve 1890 Erzurum'daki karışıklıklar ve Kumkapı Ermeni Olayları sonrasında II. Abdülhamid, IV. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa'yı, Ermeni isyanlarını bastırmakla görevlendirildi. Bununla da kalmadı, Abdülhamid'ce bölgede Ermeni çetelerin saldırılara başlaması neticesinde Mehmed Zeki Paşa'nın teklifi ve Rusya'da Saint Petersburg Büyükelçisi olup Rus kazak alayları konusunda bilgi sahibi olan Ahmet Şakir Paşa'nın desteği ile Rus Kazak Alayları model alınarak, doğuda Kürt aşiret reisleri Hamidiye Alayları adı altında düzensiz milis birlikleri kurulup örgütlendi ve kendilerine saldıran Ermenilere karşı Çerkesler, Türkler vs. birlikte silahlandırıldı. Bu alaylarla zaman içinde sayısı arttırılıp genişletilerek Ermenilerin ülkenin çeşitli yerlerindeki isyanları sert bir şekilde bastırılmıştır. Ancak ne yazık ki bu olayların dış Dünya'ya nedenlerini duyurmada Osmanlı tarafı çok pasif kalmıştır. Netice olarak 1895 yazında ve sonrasında bütün Anadolu taşrasında gerçekleşen kanlı olaylar Osmanlı aleyhine Ermenilere ve Süryanilere karşı sözde Hamidiye katliamları olarak batıya Ermenilerce lanse edildi ve bu Avrupa basınında Abdülhamid karşıtlığına sebep oldu. Öte yandan bazı Hamiye alaylarının disiplinsiz davranışları da gerçekten bazı sorunlar çıkarmıştır. Nitekim 1905-1907 arası Diyarbakır'daki karışıklıkların halk ayaklanmalarının bir nedeni ağır vergiler yanında oradaki Hamidiye alay komutanı Millet aşireti reisi İbrahim Paşa ve birliklerinin yaptığı, halkta tepki doğuran keyfi, disiplinsiz davranışları, bölgede Türk- Ermeni demeden aşireti dışındaki tüm halka karşı kötüye kullanıp suiistimal ettiği yetkileridir. Bu paşaya karşı gerekli işlemleri Osmanlı Devleti ancak 1908'de yapabilmiştir. Bu alaylar II. Abdülhamid sonrasında yeniden yapılandırılıp Aşiret Alayları adını alıp I. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar varlığını sürdürecektir. Yine 1905'teki suikast girişimi sonrası II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi akabinde Adana Olayları patlak verecek yine Ermeni katliam iddiaları gündeme gelecektir. Öte yandan Hınçaklar hiçbir şekilde işbirliğine yanaşmasa da; Taşnaklar'ın, İttihat ve Terakki ile 1902 kongrelerine katılım sonrasında işbirlikleri; 1907'de II. Abdülhamid'e karşı işbirliği yapmayı ikinci bir kongre toplanmasını teklif edebilecekleri noktaya kadar varmıştır; dahası 1909 Adana olayları sonrası Osmanlı aleyhine faaliyet göstermemeye,Osmanlı Devletinin bütünlüğünü korumaya buna karşın kendilerinin haklarının korunmasına ilişkin İttihat Terakki ile işbirliği anlaşması bile imzalayacaklardır. Ancak I. Dünya Savaşı bütün bunları tersine çevirecek ve çatışmalar tekrar başlayacaktır. Çarşafın yasaklanması (1892) küçükresim|II.Abdülhamid Çarşaf'ın Yasaklanması Fermanı Orijinali (Osmanlı Devlet Arşivinden) 2 Nisan 1892 tarihinde belden bağlanmış siyah çarşaf giyen Müslüman kadınların örtünmemiş denecek hâlde açık-saçık bulundukları ve matem tutan Hristiyanlara benzedikleri ve güvenlik bakımından da problem yaratacağı gerekçeleriyle II. Abdülhamid tarafından kadınların çarşaf giymesi yasaklandı. Bu yasak sadece saraya girmek isteyen kadınlara uygulanmıştır. Osmanlı-Yunan Savaşı (1897) ve Girit'in fiilen elden çıkması (1898) küçükresim|right|Yanya'da Girit İsyanı'na Müdahil olan Büyük Güçlerin Donanmalarının Rum İsyancıları Bombalaması küçükresim|upright=1.14|sol|Osmanlı-Yunan (1897) Savaşında Osmanlı zaferi ile biten Velestin Muharebesi'nde hücuma kalkan Osmanlı asker ve piyadeleri küçükresim|sağ|Osmanlı-Yunan (1897) Savaşında Osmanlı Piyadesi |küçükresim|sol|Yabancı basında 1897 Türk Yunan Savaşı zaferini Abdülhamid'in sevinçle:Şimdi bana kim hasta adam diyor diye bağırıp kutlarken tasvir edilmiş karikatürü küçükresim|upright=0.91|left|Osmanlı-Yunan (1897) Savaşı'nda Yunan Veliaht Prens Konstantin Ordusuyla İlerlerken küçükresim|left|18 Ekim 1898 II. Abdülhamid Dönemi'nde Fiilen Elden Çıkıp Büyük Güçlerin İşgaline Giren Girit'te 7 Türk'ün Yağmacılık Suçu İşlediğinden Bahisle Büyük Güçlerce İdam Edilmesi [[Dosya:British Marines in Chania, 1897.jpg|küçükresim|left| Girit'de Hanya'ya 1897'de Çıkarma Yapan İngiliz Askerleri]] küçükresim|right|Büyük Güçlerin Abluka Altına Alıp İşgal Ettikleri Girit'te Rus, Avusturya Macaristan, İngiliz, Fransız, İtalyan İşgal Bölgeleri ve her büyük gücün paylaşım alanı Yunanistan, Girit Adası'nı ele geçirmek için kurulduğu 1830'dan itibaren büyük bir çaba içine girdi, bunun için yıllar boyunca Ada'da yaşayan Rumları kışkırtma yolunu seçti. Girit, 1866'da ilk defa geniş ölçüde bir ayaklanmaya sahne oldu. Osmanlı bu isyanı bastırmak istese de Rusya ve Fransa duruma müdahil oldular İngiltere ve Avusturya Osmanlı yanında yer alsa da Osmanlı bu işe büyük devletlerin müdahalesini engellemek için Sultan Abdülaziz, 1868'de Sadrazam Ali Paşa'yı Girit'e göndererek, Hristiyan halkına birçok imtiyazlar tanıyan bir yönetmelik yayınlattı. 1878'de Yunanistan 93 harbinin sonunda tekrar Girit'te ayaklanma çıkarsa da başarısız oldu. Berlin Antlaşması ile Girit Osmanlı'da kalmaya devam etti ama imtiyazlar genişletildi. Girit Hristiyanlarına daha geniş imtiyazlar bahşeden bu anlaşma, Hanya civarında Halepa'da Avrupa devletleri konsolosları tarafından onaylanıp uygulanması güvence altına alındığı için "Halepa Fermanı" diye anılmıştı. Buna göre Girit valisinin Hristiyan olması ve 5 yıl için büyük devletlerin onayıyla tayin edilmesinde anlaşılmıştır. Girit meclisinin üye sayısı 49 Hristiyan, 31 Müslüman'dan oluşacaktı. Adada toplanan verginin ada için harcanması kararlaştırıldı. Anlaşma sonrası ilk atanan Rum kökenli valide Girit mahkemelerine bağımsızlık kazandıracak bir tasarı hazırlamış II. Abdülhamid bunu da kabul etmiştir. Ancak adadaki Rumlar Doğu Rumeli'deki Osmanlı tavizleri sonrasında daha fazla imtiyaz veya Yunanistan ile birleşmek hayalleri ile tekrar ayaklandılar. Asilere tekrar Gümrük gelirleri ve memurları üzerine tavizler verilsede 6 ay sonra tekrar ayaklanma çıktı. Hristiyan Rum ada valisi Türk Gazetelerini kapatırken Yunanistan'a bağlanma taraftarı Rum gazeteleri kapatmıyordu. Vali azledildi ancak yerine getirilen valiler de ardı ardına görevden alındı. Zira adadaki Rumlar Türk ahaliye saldırmaya ve göçe zorlamaya başlamıştı. Yunan Veliahd'ı aynı zamanda Alman kökeni olan Konstantin, Osmanlı dostu gözüken Alman kralının kızı ile evlenmek istediği Rumlar Almanya'nın Osmanlı'yı Girit'i Yunanistan'a çeyiz olarak vermeye zorlayacağı dedikodularından bahisle tekrar ayaklandı. Almanlar bunu yalanlasa da Rum Silahlı çeteler Türklerin Müslüman ahalini evlerini dükkânlarını yakıp yıktı mezarlarını yağmaladı, katliamlar yaptı. Osmanlı büyük bir yığınakla 1889'da isyanı bastırıp adada sıkıyönetim ilan etti. İsyanın ele başları Yunanistan'a kaçtı. Ancak II. Abdülhamid Yunanistan'ın sözlerine güvenerek 1 yıl sonra sıkıyönetimi kaldırıp adada af ilan edip Halepa sözleşmesine dönmeyi kabul etti. Yunanistan'a kaçan isyan liderleri geri dönüp 1894'te tekrar huzursuzluk çıkardılar. II. Abdülhamid eski soylu kökenli Rum bir vali atasa da bu defada Müslüman ahali Rum valiye başkaldırdı. Ardı ardına valiler değişti. İstanbul'daki altı büyük devletin sefirleri aynı zamanda Abdülhamid'i Girit için bir 'Islahat Programı'na razı ettiler. Padişah, 25 Ağustos 1896'da imzaladığı bu ıslahat programıyla, büyük devletlerin yani İngiltere, Almanya, Rusya, Fransa, Avusturya ve İtalya'nın onayını aldıktan sonra beş yıl süre ile adaya bir Hristiyan vali tayin etmeyi, memurların üçte ikisinin Hristiyanlar arasından seçilmesini, memurları valinin tayin etmesini, Ada halkının seçeceği Meclis'in bütçe ve kanunlar çıkarmasını, altı devletin ada üzerinde müdahale hakkı olduğunu ve konsolosları aracılığıyla bu şartların uygulanıp uygulanmadığını kontrol etmesini kabul ediyordu. Ancak Yunanistan bu antlaşmayı kabul etmeyip 1897'de büyük bir ayaklanma daha çıkardı ve Girit dahil her yerde seferberlik ilan edip asker topladı Osmanlıların Girit haricinde Yunanistan ile komşu pek çok noktasında sınır karakollarına saldırdı. Osmanlı askerleri katledildi, bu arada Girit' te Avusturya-Macaristan, Rusya, İngiltere'de dahil büyük güçler de ortak donanma kurup, donanmaları ile bu olaya dahil oldular, hem Rum isyancılara ve hem de Girit çevresine bombardımanlar yaptılar, karşılıklı çatışmalar başladı, İngilizler dahil bir kısım Büyük Güçler, Hanya başta olmak üzere Girit'in belli yerlerine çıkarmada dahi bulundular. Oluşan bu kargaşa ve kaos ortamında Osmanlı, Yunanistan'a harp ilan etti. Osmanlı-Yunan Savaşı (1897) başladı. Osmanlı Ordusu, Yunan Ordusunu Melouna,Velestin ve Dömeke'de ardı ardına bozguna uğrattı. Teselya'da Yunan savunması çökünce Atina yolu Osmanlı'ya açıldı. Ancak Osmanlı kuvvetleri Büyük güçlerin araya girmesi ile Atina yakınlarında şehre girmeden engellendi. Varılan anlaşmada Berlin Antlaşması ile kaybettiği Teselya'nın kendisine geri verilmesini isteyen savaşta büyük bir zafer kazanan Osmanlı sadece Teselya sınırından 55km2 toprak kazancı ve 4 milyon lira savaş tazminatına razı olmak zorunda kaldı. Dahası bu zafere rağmen kısa süre sonra 3 ay bile geçmeden II. Abdülhamid Büyük güçlerce Girit'te büyük tavizler vermeye zorlandı. Bunun içinde Müslümanların Girit'e sözde isyanı bastırmak için gelen büyük güç filosuna karşı isyan çıkarmaları gibi bahaneler ileri sürüldü. Oysaki Girit'te sözde çıkan isyanı Osmanlı takviye kuvvet göndermeden iş çok boyutlu bir savaşa evrilmeden bastıracağını söyleyen Uluslararası Filo pek çok sefer Yunan isyancılarla uğraşmak zorunda kalmıştı. Osmanlının savaş alanında kazandığı zafer, bu şekilde adeta diplomatik bir bozguna dönüştürüldü. Gizlice yapılan ve halktan bir süre padişahça gizlenen anlaşma ile Osmanlı kuvvetleri adadan tümden çekilecek, ada büyük güçlerden oluşan bir komisyona bırakılacak, adanın gelirleri tümden adaya kalacak, Hristiyan bir vali adaya atanacaktı. Anlaşma gizli tutulsa da imzalandıktan hemen sonra Rumlar tekrar ayaklanıp bölgedeki Müslüman ahaliyi tekrar katledip göçe zorladı, Müslüman ahali de karşı koydu. Rus imparatoru anlaşmanın üzerinden kısa bir zaman geçtikten sonra Yunan Kralı'nın ikinci oğlu Georges'un vali olarak atanmasını istedi. Osmanlı bu karara direndi. Neticede Osmanlı adayı boşaltmak istemesede adaya dayanan Rus, İngiliz, Fransız gemileri adayı kuşatmıştı. Yabancı devletler Osmanlı Devleti'ne 48 saat süre tanımışlar, çaresiz kalan Abdülhamid baskıya boyun eğmiş ve Girit'in boşaltılması emrini vermişti. Adada Kandiya Kalesi'nde sembolik olarak sallanan Osmanlı Bayrağı'ndan başka Osmanlı varlığı kalmadı. Alınan bu kararlarda Osmanlı ordusu İngiliz, Rus, Fransız ve İtalyan hükûmetlerinin desteğiyle adadan çıkmaya zorlanmıştır. Almanya ve Avusturya-Macaristan bu konuda daha ziyade çekimser kalmıştır. Girit sembolik olarak Osmanlı elinde ama esasında İngiliz Rusların başı çektiği Osmanlı'nın hiçbir söz hakkının olmadığı bir komisyonun yönetimine geçmiş oldu. Ütopik sözde Osmanlı'ya bağlı ama fiilen tamamen Uluslararası bir donanma ve askerlin kontrolünde bağımsız bir Girit Devleti kurulmuştu. Son karışıklıklardan Müslümanları sorumlu tutan komisyon kurduğu mahkeme ile müslümanları cezalandırma ve göçe zorlama yolunu tercih etmişti. Dahası komisyonca 1898'te Yunan Kralı'nın ikinci oğlu Georges Rus İmparatoru'nun arzusuna uygun şekilde adaya vali olarak atanmasına karar verilip,istek Babali'ye bildirildi.Osmanlı bu kararı tanımak zorunda kaldı. 1905'te Rumlar tekrar ayaklandı Yunanistan'a bağlanmak istediklerini söylediler. Girit Milli Meclisini toplayıp adayı Yunan Bayrakları ile donatıp bu yönde karar çıkardılar. Ancak talepleri Büyük Güçlerce reddedildi. Bununla birlikte Büyük güçler isyanı bastırmalarına karşın bastırana kadar bölgede kalan Müslüman ahaliye katliamlara seyirci kaldılar. İsyan liderleri Venizelos ve savunucuları Yunanistan'a gönderildi. 1908'te 2. Meşrutiyet sırasında tekrar Milli meclis karar alsa da II. Abdülhamid'den kısa süre sonrası büyük güçlerin kuvvetlerinin Yunanistan lehine Girit'ten çekilmesiyle, 27 Temmuz 1909 tarihinde fiili olarak; I. Balkan Savaşı'nın kaybedilmesi akabinde 1913'te Girit resmi olarak da Yunanistan'a verildi. Kuveyt'in Özerkliğini Kazanması (1899) ve Arabistan'daki olumsuz gelişmeler küçükresim|left|1899'da Kuveyt'in Özerklik Kazanması Sonrasında Osmanlı İmparatorluğu'nun Elde Kalan Toprakları ile Son Hali (Doğu Rumeli Eyaleti harita'da gözüksede özde Bulgaristan Prensliği ile birleştiğinden Bulgaristan Prensi (Kralı) doğrudan 1886'dan beri oraya vali olduğundan haritada belirtildiği gibi De-Facto bağımsız,Bulgaristan Prensliği'ne bağlı halde) küçükresim|right| Berlin Antlaşmasından sonra Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma politikasından vazgeçen İngiltere, Basra bölgesindeki faaliyetlerini farklı bir boyutta daha da artırmıştır. 1881 tarihli belgeden anlaşıldığına göre İngiltere’nin Basra’dan Necid’in sonuna kadar olan Osmanlı sahilinde nüfuzunu artırdı. 1885’e gelindiğinde İngiltere ve İran arasında Basra’nın İran’a bırakılması hususunda gizli bir anlaşma yapıldı. Yine Musul ve Basra ve Irak'ta Abdülhamid dönemi boyunca çıkacak asayiş sorunları,aşiret problemlerine,Şii sünni aşiret problemlerine de zemin hazırlanmıştır. Zaten İngiltere’nin 1880’lerden itibaren Basra’daki faaliyetlerinin boyutunu 1880’de Bahreyn Şeyhi (El Halifa ailesi) ile yaptığı anlaşma göstermektedir. Buna göre Osmanlı Devleti’nin burada hâkimiyetinin bulunmadığı iddia edilmekte ve Bahreyn’in bağımsızlığı istenmektedir. Daha sonra bu siyasetini bölgedeki diğer şeyhliklere de uygulamış ve şeyhlikler de İngiltere’den başka herhangi bir hükûmetle ilişki kurmayacaklarını taahhüd etmişlerdir. Ayrıca buradaki aşiretlere ve kabilelere cephane ve silah satarak onları isyana hazırlamıştır. İngilizlerin özel olarak desteklediği yerlerden biride Kuveyt Emirliğidir. 1871’den beri, Osmanlı makamları tarafından Bağdat vilayetine ve daha sonra Basra’ya bağlı bir kaza olan Kuveyt’te, “Kaymakam” Şeyh Muhammed bin Sabah üvey kardeşi Mübarek bin Sabah tarafından öldürüldü (Mayıs 1896). İngilizlerin “Basra bölgesindeki nüfuzlarını arttırma teşebbüsleri” içinde bulunduğu ve niyetlerinin Cebel Şammar, Necid, Katar, Bahreyn ve Kuveyt’i içine alan bir “Arap konfederasyonu” kurmak olduğu endişesi taşıyan Bâbıâlî, uzun müzakerelerden sonra Aralık 1897’de, Mübarek’in “Kuveyt Kaymakamlığını” tasdik etmiştir. Esasında Kuveyt emirliği Osmanlı'ya bağlı olmakla beraber idarede bağımsız sayılabilecek bir durumdaydı. Vergi vermeyen Kuveyt'te Osmanlı Devleti tarafından tayin edilen bir kadı bulunurdu. Kuveyt Emiri Mübarek el-Sabah, 23 Ocak 1899 tarihinde İngilizlerle gizli bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşmaya göre Kuveyt, İngiliz hükûmetinin izni olmaksızın hiçbir ülkenin siyasi temsilcisini kabul etmeyecek, topraklarından herhangi bir parçayı İngiltere'den başka bir devlete terk etmeyecek veya kiralamayacaktı. Bunun karşılığında çeşitli yardımlar ve silah alacaktı. Bu anlaşmayı kabullenemeyen Osmanlı ise İngilizlerle anlaşan Kuveyt Emiri'ne karşı rakibini destekledi. Almanların etkisiyle II. Abdülhamid, Osmanlının himaye ettiği Reşidilerden yani Cebel Şammar Emirliği'nin Kuveyt'e saldırmasını emretti. II. Abdülhamid'i bu işe yönlendiren Alman İmparatoru, bu defa II. Abdülhamid'e başvurarak askerî birliklerini geri çekmesini istedi. Bu olaydan sonra Kuveyt'teki İngiliz nüfuzu dokunulmazlık kazanmış kadar oldu. Öte yandan Kuveyt'in özerklik kazanması ve İngiliz hakimiyetinin güçlenmesi bölgede Osmanlı için çok daha büyük sorun olarak Abdurrahman bin Faysal bin Türkî el-Suud ve oğlu Abdülaziz bin Abdurrahman el-Suud (İbn Suud) sorununun doğmasına neden oldu. Zira Osmanlılar, Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile birlikte Diriye Emirliği'ne (1.Suud devleti) 1818'de son verdikten sonra Vehhabilik ve emirlikten arta kalanlar Osmanlı hakimiyetini ve vergi ödemeyi kabul edip 2.Suud Devleti olarak bilinen başkenti Riyad olan Necid Emirliği'ni Necid bölgesinin bir kısmında kurdular. Bununla birlikte 1.Suud devletinin ele geçirdiği Hail Emirliğinin ardılı ve Suud emirliği ile bu sebeple sürekli çatışma halinde ve Osmanlı'nın aynı zamanda vassalı olan Reşidiler'in kurduğu Cebel Şammar Emirliği Necid Emirliği'ni ardı ardına bozguna uğrattı ve II. Abdülhamid'in iktidarında Mulayda Muharebesi ile 1891'de Riyad'ı ele geçirip Necid Emirliği'ne son verdi. Necid bölgesinin tümden emiri haline geldi. Cebbel Şammar Emirliği Osmanlı hakimiyetini tanımakla ve büyük ölçüde desteğini almakla birlikte bölgenin hakimi Muhammet bin Abdullah Al Reşid ve sonrası oğlu ʿAbdulazīz bin Mutaib ("İbn Reşid")'in politikası bütün çevre emirliklere gücünü yayma peşindeydi. Reşîdî emirlerinin ekonomik gücü Osmanlı Devleti’nden gelen malî destek, vahada sahip oldukları geniş araziler, Cebelişemmer çevresinde siyasî hâkimiyetlerini kabul ettirdikleri kabilelerden topladıkları, hac ve ticaret kervanlarından aldıkları vergiler sayesinde giderek artmaktaydı ve Reşidi Emirlerinin güçlenmesi Vehhâbî-Suûdî ittifakına karşı Osmanlı lehinde önemli bir gelişmeydi. Ancak Osmanlı'yı endişelendiren sorun bu ilerlemelerin İngilizlerin desteklediği diğer emirlikler üzerine yayılarak dış müdahaleye sebebiyet verme korkusuydu. Zira ele geçirilen Riyad ve Necid bölgesindeki 2.Suud Devletinin şeyhi Abdurrahman bin Faysal bin Türkî el-Suud oğlu İbn Suud olarak bilinen Abdülaziz bin Abdurrahman el-Suud tüm aile fertleri ile önce Bahreyn'de El Halife ailesinin yanına oradan Kuveyt emirliğine kaçmıştı. Yine 1890'da Cebel Şammar Emirliği'nin Kuveyt üzerine yürüyeceği söylentileri ayyuka çıkmıştı.1899'un hemen öncesinde II. Abdülhamid'in Cebel Şammar Emirliği'nin İngilizlerle işbirliği halindeki Kuveyt emirliği üstüne yürümesinin istenmesi ancak bunun olmayıp Kuveyt'in 1899'da özerk konuma gelmesi ve Osmanlı'nın bunu engelleyememesi neticesinde Kuveyt Emiri'de, Reşidilerin rakibi emirliğe sığınan İbn Suud ve babası ile işbirliği içerisine girdi. Hep beraber İngiliz desteğinden güç alarak Osmanlı'nın vasalı Reşidilerle mücadeleye başladılar. Kuveyt Emiri Mübârek es-Sabâh, Reşîdîler’e ait büyük bir kervanı ele geçirerek ilk önemli darbeyi vurdu. Yine Mübârek es-Sabâh’ın kuvvetleri, Müntefik aşireti reislerinden Sa‘dûn ve İbn Suud ve babasının kuvvetleriyle birlikte Reşîdîler’e karşı saldırıya geçti ancak Cebel Şammar Emirliği Sarif Muharebesi'ni kazanarak onları püskürttü. Fakat 1902'de, 1901 yılında Sarif yenilgisi sonrası babası gibi Kuveyt'e dönmek yerine Necid'de kalıp gizlenmeyi başaran mücadeleyi sürdüren İbn Suud, Mübarek es-Sabah'dan aldığı az sayıda askerle 15 Ocak 1902 sabahında Riyad'daki, Reşidi Garnizonuna ve bu bölge yöneticisi Ajlan'a baskın yaptı. Riyad Muharebesi denen bu baskın neticesinde Ajlan öldürülmüş ve Reşidi yöneticisinin öldürülmesi akabinde garnizondaki askerler panikleyip dağılmış veya esir düşmüştür. Neticede Riyad, İbn Suud'un eline geçmiştir. Babası Abdurrahman Riyad'a gelip İbn Suud ona sadakatini sunsa da, babası Muhammed bin Abdülvehhâb'ın kılıcını ona verip bu yerlerin şeyhinin kendisini olacağını söyleyip tam aksine ona bağlılığını sundu. İleri de çevre emirlikleri ele geçirip Suudi Arabistan halini alacak Necid ve Ahsa Emirliği böylece kurulmuş oldu. İbn Suud, Dilam Şehrini'de ele geçirdi. Reşidiler Riyad ve çevresini geri almaya dönük saldırıya geçselerde 27 Ocak 1903'de Dilam Muharebesi'de Suud galibiyetiyle bitti. Osmanlı İmparatorluğu, 1904'de onu Riyad kaymakamı olarak tayin ederek durumu kabul etmek zorunda kaldı. Öte yandan Suud ilerlemesi karşısında II. Abdülhamid Reşidiler'e destek için asker gönderdi. Osmanlı destekli Reşidiler İbn Suud ile tekrar çatışmalara girse de yenilgiye uğradılar. 12 Nisan 1906'da Reşidiler emrinde Osmanlı kuvvetleri ile birlikte, Kuveyt ve İngiliz destekli İbn Suud Kuvvetlerine karşı El-Kasim bölgesinde Rawdat Muhanna Muharebesi'ne giriştiler. Muharebe Cebel Şammar Emirliği'nin şeyhi Abdulaziz bin Mutaib El Reşid'in (İbn Reşid'in) ölümü ve Osmanlı Reşidi yenilgisi ile sonuçlandı. Osmanlılar Necid ile El-Kasım Bölgesi'nin hakimiyetini çok büyük ölçüde kaybetmiş oldular;Reşidiler de en önemli liderlerini kaybetmiş oldular. Bir yıl sonra 24 Eylül 1907'de Tarafiyah'da İbn Suud'a sırt çeviren El Kasim Emiri ve Reşidiler Osmanlı askerleri ile tekrar karşısına çıksada muharebe Suud üstünlüğü ile sona erdi, böylece İbn Suud Necid'de ve El Kasim'de hakimiyetini iyice sağlamlaştırdı. Öte yandan İbni Reşid’in ailesi Medine’ye kaçarak bir müddet sonra toplanmış, Necid içlerinde eski idare merkezi Hail’i ve çevresini elde tutabilmişlerdir. Reşidiler geleneksel gücü dikkate alınarak Osmanlı hükûmeti tarafından kaymakam tayin edilmiş ve maaş tahsis edilmiştir. II. Abdülhamid sonrası Nisan 1913'te ise Suudi dini İhvan kuvvetleri ile İbn Suud Osmanlı garnizonunu basıp El-Ahsa'yı ele geçirir. Sonrasında ise I. Dünya Savaşı'nda İbn Suud, Reşidileri ileri sürüp, tarafsız kalacağını belirtip İngilizleri açıktan desteklemeye devam etmiştir. Reşidiler ise, savaş boyunca Osmanlı Devleti'nin yanında yer almış ve Irak cephesinde Osmanlı ordusuna hayli hizmetlerde bulunmuştur. Ancak Osmanlı Devletinin yenilgisi ve Arabistan'dan çekilmesi akabinde 1921'de başkentleri de dahil kalan tüm toprakları İbn Suud'un eline geçecektir. Arabistan'da diğer bir sorunda Hicaz Vilayeti'nde, II. Abdülhamid sonrası I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı'ya isyan edecek Haşimoğulları'ndan Şerif Hüseyin (Hüseyin Bin Ali) konusunda olmuştur. Şeriflik Osmanlı döneminde Arap Yarımadasının batı kısmında yer alan, Mekke ve Medine şehirlerini kapsayan Hicaz bölgesinin yönetimine verilen isimdi. Mekke Şerifliği geleneksel olarak İslam peygamberi Muhammed'in torunu Hasan bin Ali'nin soyundan gelen şerifler tarafından yönetilirdi. Osmanlılar bölgeye gelince bu duruma Memlüklüler gibi onlarda uydular ve Mekke Şerifliği 1845 yılına kadar devam etti, 1845 sonrası burası Hicaz Vilayeti halini alsa da Mekke'de Şerifler görevine, güçlerini korumaya Osmanlının atanan komutanları ve valileri ile bir devam etti. Şerif Hüseyin’in amcası Avnürrefik Paşa, II. Abdülhamid'ce 1882 yılında Mekke Emiri olarak ölen şerifin yerine atanmıştır. Ancak kısa zaman sonra Şerif Hüseyin ve amcası arasında çıkan şiddetli tartışma ve kavgalar neticesi gelen şikayetler akabinde 1892'de Şerif Hüseyin, II. Abdülhamid'ce İstanbul'a çağrılır. 1908'e kadar İstanbul'da tutulur. Avnürrefik Paşa, dönemin Hicaz valisi Ahmet Ratıb Paşa ile birlikte hareket edip herhangi Osmanlı devletince bir şikayete meydan vermeden 1904 yılındaki ölümüne kadar Mekke Emirliği görevini yürütmüştür. Ancak Şerif Avnürrefik Paşa'nın rüşvet ve hac paraları vs. konuda pek çok yolsuzluğu bulunduğu, Şerif Hüseyin ile kavgalarının nedenlerinden birinin bu olduğu iddia edilmektedir. 1904 yılında Mekke Emiri Şerif Avnürrefik ölünce Şerif Hüseyin, boş kalan pozisyon için girişimde bulundu. Hüseyin’in yanı sıra İstanbul’da yaşamakta olan diğer iki şerif Abdulilah ve Ali Haydar da adaylıklarını koymuşlardı. Ancak Hüseyin’in kayınbiraderi Ali b. Abdullah emirliğe getirildi. Mekke Emiri Şerif Ali 1908 yılında bölgedeki karışıklar sebebiyle görevinden alınmış, yerine amcası Şerif Abdulilah atanmıştı. Ancak Abdulilah, görevi için Mekke’ye gitmeden önce İstanbul’da yaşamını yitirdi. Bu durumda Mekke emirliğine adaylık bakımından Şerif Hüseyin’in önü açıldı. II. Abdülhamid Şerif Hüseyin'i atamış ve böylece I. Dünya Savaşında Şerif Hüseyin'in isyanı ve Osmanlı'yı arkadan vurmasının önü açılmıştır. Ancak II. Abdülhamid'ce, Şerif Hüseyin'in kendisi tarafından mı atandığı yoksa İttihatçılarca mı yoksa İngilizlerin nüfuzu kullanıp onu etkilemek suretiyle mi atattırıldığı da bir muammadır. Zira bir görüşe göre II. Meşrutiyet akabinde Şerif Hüseyin, İttihat ve Terakki partisinin kendisi, Sultan Abdülhamid’in kendisinden hoşlanmadığını bildikleri, kendi yanlarında olacağı düşünüldüğü için Şerif Hüseyin’i Mekke emiri olarak atanmasını sağlamıştı. Sultan keskin basireti sayesinde Şerif Hüseyin’in böylesi önemli bir makama getirilmesinin yalnızca bürokratik bir durum değil, karşıt bir güç ve olası bir tehlike oluşturacağını söylemiştir. Fakat Sultan’ın uyarıları görmezden gelinerek Hüseyin Hicaz’a gönderilmiştir. Diğer bir iddiaya göre ise huzura kabulü sırasında Sultan, Şerif Hüseyin’e “Sendeki kabiliyetlerden faydalanmamı engelleyenlerin Allah müstahakını versin. Şu devleti ele geçiren güruha bir türlü güvenemiyorum” demiş, Şerif Hüseyin ise karşılık olarak kendi sadakatini sunmuş, yolunun ona feda olduğunu ve 2.Meşrutiyetçileri kendisinin de sevmediğini söyleyip, bu şekilde sultanın gözüne girip bu atamayı sağlamıştır. Şerif Hüseyin’in İngilizlerin tesiriyle atandığını öne süren üçüncü görüşe göre ise, İngiltere 1908’de Meşrutiyet’in ilanını fırsat bilerek Bab-ı Ali üzerindeki nüfuzunu kullanmış, onun atanmasının İngiliz- Osmanlı dostluğu açısından iyi olacağı dürüstlüğünün herkesçe bilindiği yönünde propagandalarla Sultan Abdülhamid’e bu atamayı onaylattırmıştır. Abdülhamid bu işte tereddüt etse de Sadrazam Kıbrıslı Kamil Paşa başta olmak üzere, Bab-ı Ali’deki bazı üst düzey İngiliz etkisindeki devlet adamlarının tesiriyle onun sadakatine dürüstlüğüne kefil olduklarını bildirmeleri ile atama konusunda ikna olmuştur. Şerif Hüseyin’in atamasını onaylamasına rağmen Sultan, emirin sadakatinden şüphe duymaktaydı ve Hüseyin’in hilafeti kendi eline almaya çalışacağından dolayı Hicaz’ın artık bir Türk vilayeti olmayacağını ve Araplar üzerindeki Türk nüfuzunun ortadan kalkacağını öngörebilmekteydi. II. Abdülhamid'in hatalarına karşın o dönem 32.yılını dolduran iktidarında birikim ve tecrübe edinebileceği göz önünde tutulursa bu atamada tereddüt edip bu işin İttihatçılarca veya İngiliz nüfuzu ile yaptırıldığı II. Abdülhamid'in ise atama yapmayı başta kabul etmediği hususunda 1. ve 3. görüşü savunanlar daha kabul görmektedir. Bununla birlikte her kim tarafından olmuşsa olsun bu atamanın Osmanlı Devletinin hayrına olmadığı kesindir. Amerika Birleşik Devletleri ve Filipinler (1899) küçükresim|right|ABD işgali ve İspanya-ABD Savaşı öncesi Filipinler'deki Müslüman Moro Sultanlıkları (1890). Kırmızı yerler İspanyol toprakları, mavi yer Müslüman Sulu, turuncu yer Müslüman Maguindanao Sultanlığı, yeşil yer Müslüman Lanao Sultanlıklar Konfederasyonu. II. Abdülhamid'in ABD hakimiyetinin kabul edilmesi emri sonrası bu Müslüman yerler ABD egemenliğini kabul edip ABD'nin sonrasında işgaline uğramış ve tarihten silinmişlerdir. İspanya-Amerika Savaşı sonrası ABD Filipinler'i İspanya'dan almıştı. Ancak Filipinliler İspanya gibi ABD'ye karşı da bağımsızlık savaşı başlattılar. 1899'da ABD Dışişleri Bakanı John Hay, ABD'nin Osmanlı Büyükelçisi Oscar Straus'tan, Sultan II. Abdülhamid'e, Filipinler'deki Sulu Sultanlığı'nda yaşayan (Moroların bir kolu olan) Müslüman Tausug halkının İspanyollara karşı Amerikan egemenliği ve askeri yönetimine itaat etmesi için halife olarak buyruk vermesi talebinde bulunmasını istedi. Abdülhamid Straus'un talebini kabul etti ve Mekke üzerinden Sulu'ya gönderilen mektubu yazdı. Sonuç olarak, "Sulu Müslümanları ... isyancılara katılmayı reddettiler ve kendilerini ordunun kontrolü altına aldılar, böylece Amerikan egemenliğini tanıdılar." ABD Başkanı McKinley, 56. ABD Kongre'sinin Aralık 1899'daki ilk oturumunda yaptığı konuşmada, Sulu Sultanı ile yapılan anlaşma 18 Aralık'a kadar Senato'ya sunulmadığından, Osmanlı İmparatorluğu'nda II. Abdülhamid'in Sulu Moros'daki barışın sağlanmasındaki rolünden bahsetmedi. Sultan Abdülhamid'in "pan-İslamcı" ideolojisine rağmen, Straus'un Sulu Müslümanlarının, Batı ile Müslümanlar arasında düşmanlık yaratmaya gerek duymadığı için Amerika'ya direnmemelerini söyleyen yardım talebini hemen kabul etmişti. Amerikan ordusu ile Sulu saltanatı arasındaki işbirliği, Sulu Sultanı'nın Osmanlı Padişahı tarafından ikna edilmesinden kaynaklanıyordu. Bu hususla ilgili bir ABD devlet görevlisi olan, John P. Finley şunları yazmıştır: Halife konumundayken, Amerikalılar Filipinler'deki savaşları sırasında Müslümanlarla anlaşmalarına yardımcı olmaları için Abdülhamid'e yanaştı ve bölgenin Müslüman halkı, Abdülhamid'in Amerikalılara yardım etmek için gönderdiği emre uydu. Amerikalıların Moro Sulu Sultanlığı ile imzaladığı ve Saltanatın içişleri ve idaresinde özerkliğini garanti eden Kiram- Bates Antlaşması, aradan 5 yıl bile geçmeden, ABD'nin Emilio Aguinaldo'nun başlattığı bağımsızlık savaşında Filipinlileri bozguna uğratıp savaşa sonra vermesi akabinde bizzat ABD tarafından Moroland'ın işgali ile ihlal edildi. ve Moro İsyanı (1899-1913)'nın patlak vermesine neden oldu. Şiddetli savaş 1904'de Moro Krateri Katliamı gibi Moro'daki Müslüman kadın ve çocuklara karşı işlenen vahşet eylemleri ile ABDlilerce bastırıldı. Kısacası II. Abdülhamid bu yardımıyla hem Filipinler'in Moro Müslümanları ile birleşip ABD'ye karşı bağımsızlık savaşının başarıya ulaşmasını engellemiş; hem de bölgede Sulu, Lanao ve Maguindanao Sultanlığı gibi Müslüman Moro devletlerinin sona ermesini ABD'nin eline geçmesini sağlayanlardan biri olmuştur. Alman desteği ve Çin Boxer Ayaklanması'nda Osmanlı faaliyetleri (1899-1901) [[Dosya:Chinese Muslim Kansu Braves 1900 Boxer Rebellion.jpg|küçükresim|upright|II. Abdülhamid Alman İmparatoru'nun arzusuyla Qing Kraliyet ordusunda General Dong Fuxiang hizmetindeki Çin Müslümanlarının birlikleri olan; Kansu Braves (Gansu Cesurları birlikleri) ile temas kurmaya onların Boxer Ayaklanmasında Boxerlere destek vermesini engellemeye çalışmıştır.]] Üçlü İtilaf - Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya - Osmanlı İmparatorluğu ile gergin ilişkiler sürdürdü. Abdülhamid ve yakın danışmanları, İmparatorluğun bu büyük güçler tarafından eşit bir oyuncu olarak görülmesi gerektiğine inanıyordu. Sultan'ın görüşüne göre, Osmanlı İmparatorluğu bir Avrupa imparatorluğuydu ve Hristiyanlardan çok Müslümanlara sahip olmasıyla belirgindi. Zamanla Fransa (1881'de Tunus'un işgali) ve İngiltere'den (1882'de Mısır'da fiili kontrolün kurulması) gösterilen düşmanca diplomatik tutumlar, Abdülhamid'in Almanya'ya yönelmesine neden oldu. Alman Kayzeri 2. Wilhelm, İstanbul'da iki kez Abdülhamid tarafından ağırlandı; ilk olarak 21 Ekim 1889'da ve dokuz yıl sonra 5 Ekim 1898'de. (II. Wilhelm daha sonra 15 Ekim 1917'de V. Mehmed'in konuğu olarak İstanbul'u üçüncü kez ziyaret etti). Alman subayları (Baron von der Goltz ve Bodo-Borries von Ditfurth gibi) Osmanlı ordusunun örgütlenmesini denetlemek için görevlendirildi. Alman hükûmet yetkilileri, Osmanlı hükûmetinin maliyesini yeniden düzenlemek için getirildi. Ek olarak, Alman İmparatoru'nun üçüncü oğlunu halefi olarak atama konusundaki tartışmalı kararında II. Abdülhamid'e danışmanlık yaptığı söylentisi vardı. Ancak Almanya'nın dostluğu karşılıksız değildi ve çıkar üzerine kurulu yanı vardı; Almanya'ya yardımı karşılığında demiryolu ve kredi imtiyazları sağlanıyordu. 1899'da, önemli bir Alman arzusu olan Alman mallarının Ortadoğu ve Afrika bölgelerine rahatça satım ve dağıtımını da hedefleyen bu yönde gerek Alman ve gerek Osmanlı arzularının örtüştüğü Berlin-Bağdat demiryolunun inşası sultanca kabul edildi. Öte yandan bu ittifakı sınayan olaylarda ortaya çıktı. Bunlardan birinde Alman İmparatoru 2. Wilhelm Çinde sömürgelerinde Çinli Müslüman birlikleriyle sorun yaşadığından Sultan'dan yardım istedi. Boxer Ayaklanması sırasında, Çin Gansu Ordusuna bağlı Çinli Huili Müslümanlardan oluşan Kansu Braves (Gansu Cesurları) birlikleri, ülkelerini ekonomik açıdan sömüren, sömürgecilik yapan diğer Sekiz Devlet İttifakı güçlerinin içindeki Alman Ordusuna karşı da savaştı ve onları da bozguna uğrattı. Müslüman Kansu Braves ve Boxerleri, 1900 yılında Seymour Seferi'nde Langfang Muharebesi'nde Alman yüzbaşı Guido von Usedom liderliğindeki İttifak kuvvetlerini yendi ve Uluslararası Elçilik Kuşatması sırasında kapana kısılmış İttifak kuvvetlerini kuşattı. İttifak güçleri, Pekin Muharebesi'nde Çinli Müslüman birliklerle savaşmayı ancak Gazale Seferi'ndeki ikinci girişimde başardı. Kayzer Wilhelm, Çin Müslüman birliklerinin Boxerlerle birlikte bu başarıları karşısında o kadar telaşlandı ki, Abdülhamid'den Müslüman birliklerin savaşmasını durdurmanın bir yolunu bulmasını istedi. Abdülhamid, Kayzer'in taleplerini kabul etti ve 1901'de mirliva Hasan Enver Paşa'yı (Enver Paşa ile karıştırılmamalıdır. Bu kişi Prusya'nın Polonya'yı işgali üzerine başlayan ayaklanmaya katıldıktan sonra Osmanlı'ya sığınan ve Mustafa Celaleddin adını alarak Osmanlı ordusunda görev yapan Kostantin Borzecki'nin oğludur) Çin'e gönderdi, ancak o zamana kadar isyan bitmişti. Neticede heyet kısa zaman sonra geri döndü. II. Abdülhamid, Avrupa uluslarına karşı bir çatışma istememekteydi ve Osmanlı İmparatorluğu, Alman yardımını almak için kendini Almanlara sevdirdiği için, Çinli Müslümanlara Çin'den yabancı güçlerin atılması için mücadele veren boksörlere yardım etmekten kaçınmaları yolunda Osmanlı Halifesi sıfatıyla II. Abdülhamid tarafından bir beyanat yayınlandı ve bu beyanat İngiliz yönetimindeki Mısır ve Müslüman Hint gazetelerinde basıldı. Theodor Herzl ile görüşmesi (1901) Öncelikle Yahudiler ve Hristiyanların Filistin'den toprak alıp satmalarına ilişkin yasaklar ve bu bölgede göçün engellenmesine yönelik tedbirler sadece 2.Abdülhamid Dönemi'ne mahsus olarak uygulanan tedbirler değildir. Bu yasaklar yazılı kimi zaman şifahi olarak Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerinde de uygulanmaya çalışılmıştır. Mesela Osmanlı arşivlerinde 28 Mayıs 1851 (27 Receb 1267) tarihli bir bölge eyalet meclisi kararı, Müslümanların toprak satmaları yasak olduğu hâlde bu yasağa dikkat etmeyen görevlilerin hükûmete bildirilmesini istemektedir. Öte yandan Babıali'ce Kudüs mutasarrıfına gönderilen 13 Aralık 1857 tarihli bir başka yazıda yabancı uyrukluların Filistin'de hile ile de arazi satın almayacaklarını belirtip bunun engellenmesini istemektedir. Ancak Osmanlı İmparatorluğu'nda yine Abdülmecid zamanında 1858 yılında çıkarılan Arazi Kanunnamesi Osmanlı vatandaşı, yabancı arasında hiçbir ayrım gözetmediğinden ve mevcut boşluklardan istifade eden yabancılar 1858 sonrası pek çok yerde arazi satın alabilmiştir. Yahudilerin Filistin'e yerleştirilmesini amaçlayan faaliyetlerde ilk olarak Theodor Herzl bulunmamıştır. Herzl öncesinde 2 talepte daha 2.Abdülhamid'e bulunulmuş ancak 2.Abdülhamid ve Babıali bunları reddetmiştir. Bunlardan biri 9 Ekim 1879'da İngiliz Parlamenter Laurance Oliphand'ın Osmanlı'nın Ürdün-Lübnan-Kuzey Filistin arasında yer alan Belka sancağında 4.300 km2lik alanda Osmanlı'nın dış borçları vs.yi yine üstlenme şartlı bir Yahudi yerleşim yeri kurulmasına izin verilmesine yönelik talebidir. 9 Mayıs 1880'de Meclis-i Vükela'da bu talep reddedilmiştir. Ancak bu red cevabı yazılı hale getirilip, 2.Abdülhamid'ce Oliphand bir yemeğe davet edilerek orada nazik bir şekilde iletilmiştir. Diğer ilginç durumda Laurence Oliphand'ın 1882'de göçmen sıfatıyla Osmanlı topraklarına iltica edip Hayfa'ya yerleşmesi 1888'de orada vefat etmesidir. İkinci deneme ise Herzl'ın 1896'da Babıali ile ilk teması kurmasına da aracılık eden Sultan Abdülhamid için çalışan ve onunla iyi ilişkileri olan Polonyalı asilzade Philip Michael Ritter vonNewlinski tarafından yapıldı. 4 Nisan 1881 tarihli Avrupa devletlerinin çıkar hesapları yüzünden ve mali durumun sıkıntıda olması sebebiyle zor durumda bulunan Osmanlı Devleti'ne, Musevilerin kendilerine Filistin'de toprak verilmesi karşılığında yardımcı olacakları ve Musevi iş adamlarının ellerinde bulunan Avrupa gazeteleri vasıtasıyla manevi destek sağlayacakları yönünde Newlinski'nin teklifi Babıali'ye bir rapor olarak iletilmiş bu rapordaki teklif de değerlendirmeye alınmamıştır. 1896'da Newlinski'ye ulaşan siyonist lider Theodor Herzl onun aracılığıyla 1896'da 2.Abdülhamid ve Babıali ile çeşitli temaslarda bulundu. II. Abdülhamid kendisi ile görüşmedi ancak Filistin'e Yahudilerin yerleştirilmesi konusundaki önerisini değerlendirerek kabul etmediğini bu konuda izin veremeyeceğini bildirdi. Bununla birlikte 29 Haziran 1896'da 2.Abdülhamid'ce, Herzl'a üçüncü dereceden Mecidiye Nişanı’nı verilip bu asilzade aracılığıyla kendisine nişan iletilmiştir. 1898'de de Herzl İstanbul'a gelip yine temaslarda bulunmuştur. Daha sonrasında Newlenski'nın ölümü ardından bu sefer tartışmalı bir kişilik olan buna rağmen çeşitli nedenlerle II.Abdülhamid'in yakınında bulundurduğu, temas kurduğu Arminius Vambery aracılığıyla 17 Mayıs 1901 tarihinde II. Abdülhamid ile görüştü. II. Abdülhamid ile görüşmesinden sonra tekrar ama bu sefer birinci dereceden Mecidiye Nişanı ile ödüllendirildi. Konu hakkında Daily Mail gazetesine mülakat veren Herzl, görüşmeden duyduğu memnuniyeti vurgulayıp Yahudilerin II. Abdülhamid'den daha iyi bir dostu ve seveni olmadığını ifade etti. Bunun yanında Herz defa kere daha İstanbul'a gelip 2.Abdülhamid yanında Babıali ile de görüşmüştür. II. Abdülhamid, belirli bir yerde toplu hâlde olmamak şartıyla Yahudilerin Osmanlı topraklarına gelmelerini kabul etti ancak Filistin'e yerleşim konusunda bir adım atmadı. Herzl'in asıl isteği ise Yahudilerin doğrudan Filistin'e yerleşmesini sağlamak idi. Bunun karşılığında da Osmanlı borçlarının önemli bir kısmını ödeyecekti. II. Abdülhamid, Yahudilerin dağınık bir şekilde Mezopotamya'ya yerleşmelerini teklif etti ancak bu teklif Herzl tarafından kabul edilmedi. Çünkü Herzl, ilave yerleşim yeri olarak Filistin, Hayfa ve çevresini istemekteydi. Konu hakkında Osmanlı Arşivleri'nde bulunan belgelerde, II. Abdülhamid'in Herzl'i huzurundan kovmadığını ve Padişahın Yahudilerin yerleşimi için Mezopotamya'yı teklif ettiğini, Herzl'in 1896-1902 yılları arasında defa kere kendisinin İstanbul'a gelip Padişah ve Babıali ile görüşmeler yaptığını göstermektedir. Öte yandan 2.Abdülhamid'in talihsizliği Filistin açısından hem Yahudi siyonist hareketinin resmi olarak doğup Yahudileri, Filistin'e göçe teşvik ettikleri ve buna da İngilizlerin kendi çıkarları için destek çıktığı ama öte yandan Avrupa'da Yahudi düşmanı antisemitist şiddet hareketlerinin görülmesi ve akabinde ürken Yahudilerin kendi topraklarından ayrılıp Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere, ABD, Kanada gibi ülkelere kaçtıkları zamanın kesiştiği anlardan birine saltanatının denk gelmesidir. Zira 1880 ve sonrasında Rusya ve Avrupa'da Yahudi aleyhtarı hareketler ve saldırılar neticesinde bu ülkelere büyük bir Yahudi göçü oluşmuştur. "Aliyah" denen 1881-1891 yılları arasındaki ilk dalga göçmen akınında Rusya'dan 145.000 Yahudi; 1892 sonrası 2.dalga da ise 500.000 Yahudi bu ülkelerin topraklarına mülteci olarak göçmüştür. 2.Abdülhamid ve Babıali, Osmanlı uyruğu taşıyan Yahudileri kabul etmekle birlikte gelen Yahudi mültecileri de kabul etmiş ancak onları Aydın İzmir gibi vilayetlere yerleştirmiş Suriye ve Filistin topraklarına yerleştirmemek için tedbirler almaya başlamıştır. Arazi Kanunnamesinde bir madde değiştirilerek 1883'te Ecnebi uyruklu Yahudilerin emlak satın alması yasaklanmıştır. Ancak bu sefer hileli yollarla Filistin ve Suriye'ye yerleşmeye başladıkları tespit edilince bununla ilgili de ek önlemler alındı. Hatta, Hac için Kudüs'e giden bazı Musevilerin izini kaybettirip buraya yerleşmeye çalıştıkları ortaya çıkınca bu defa Hac yönünden sürenin en fazla 3 ay olacağı bu sürenin geçirilmesi halinde ilgililerin mahalli otoritelerce topraklarından çıkarılmasına yönelik sınırlamalar getirildi. Ancak özellikle İngilizlerin Yahudilerin adına Filistin'de gayrimenkul alması gibi etkenlerden 2.Abdülhamid'in Filistin'e yönelik çabalarının başarılı olduğu söylenemez. Zira 1908'de Filistin'deki Yahudi nüfusu 1876'ya göre tam 3 kat artarak 80.000 kişiye çıkmıştır. 1882'de 6 yerleşim yeri ile sınırlı olan 22.530 dönüm olan Musevi arazisi 1900'de 218.170 dönüme ve 22 yerleşim birimi 705 çiftliğe çıkmıştır. 1908'de yerleşim yeri sayısı 33'e ulaşmıştır. 2.Abdülhamid son olarak 31 Mart olayının hemen öncesinde 4 Nisan 1909'da olduğu gibi Kudüs'teki Masfara arazisi ve bir kısım arazilerin bedeli karşılığında veya bedelsiz hususi emlâkına kaydedilmesini de sağlayarak Filistin'den Yahudilerin arazi alımını engellemeye çalışmıştır. 2.Abdülhamid ardından Osmanlı arşivlerinden de görüldüğü kadarıyla, iddiaların aksine belki çok kısa bir süre yasaklar gevşetilse de 20 Haziran 1909 tarihli Meclisi Vükela kararı ve Filistin'de yabancılara toprak satışını yasaklayan kanun, 8 Kasım 1909 tarihli Hac için Filistin'e gelen Musevilerin yerleşmelerinin engellenmesi tezkeresi, 11 Ocak 1914 tarihli sahte kimlikle Kudüs'te arazi satın alan Musevilerin engellenmesi ve 25 Ocak 1914 tarihli Filistin'e Gelen Yahudilerin uzun süre kalmasının engellenmesi yolunda Dahiliye Nezareti yazılarında olduğu gibi özellikle Talat Paşa'nın da çabaları ile 2.Abdülhamid'in koyduğu Filistin yasakları, aynen sürdürülmüş ancak Filistin topraklarına Yahudilerin kaçak hileli usullerle yerleşmesi engellenememiştir. Alınan tedbirlere rağmen 1908-1914 arası dönemde de Yahudiler, Filistin'de Kudüs çevresinden çeşitli hileli işlemlerle 50.000 dönüm arazi almışlar ve içlerinde ileride Telaviv olacak şehrinde yer aldığı 9 yerleşim yeri daha kurmuşlardır. Rus Konsolosu Rostkovski'nin öldürülüşü (1903) 8 Ağustos 1903 tarihinde Manastır'da üzerinde resmî kıyafeti olmadan gezen Rus Konsolosu Rostkovski, karakol önündeki Osmanlı askerinin kendisini selamlamadığını fark edince elindeki kamçı ile hiddetli bir şekilde, nöbet tutan askere yaklaşıp kendisini neden selamlamadığını sordu. Türk kaynakların belirttiği üzere Rus Konsolos elindeki kamçı ile Osmanlı askerine vurdu. Konsolosun dilini anlamayan ve azarlanan nöbetçi Osmanlı askeri tüfeğiyle ateş ederek Rus Konsolos Rostkovski'yi orada öldürdü. Yaşanan bu olay II. Abdülhamid'i endişelendirince sert tedbirlere başvuruldu ve Osmanlı askeri Halim yargılandı. II. Abdülhamid mahkemeyi takip eden Hüseyin Hilmi Paşa'ya Rus Konsolosun öldürülmesi nedeniyle iki Osmanlı askerinin idamının derhal uygulanmasını emretti. Rus Konsolosu öldüren Osmanlı askeri Halim'in yanı sıra yanında bulunan diğer nöbetçi asker olan Abbas da cinayeti önleyemediği için 4 günde tamamlanan yargılamanın ardından Rus Konsolosu öldüren asker ile birlikte idam edildi. Rus Konsolosun Osmanlı askeri Halim'e küfrettikten sonra öldürüldüğünü söyleyen bir asker ise 15 yıl ve Tevfik adlı bir temizlik görevlisi de 5 yıl hapis cezası aldı. Ayrıca nöbetçi asker Halim'in bölük komutanı ile öldürülen Rus Konsolos hakkında kötü konuşan iki Osmanlı teğmeni de meslekten uzaklaştırıldı. Bölgede nahiye müdürü olarak görev yapan Hasan Tahsin Bey, Rus Konsolosun nöbetçi askeri tokatlaması sonucu cinayetin işlendiğini belirtir. Bir subayın ifadesine göre ise Rus Konsolos, nöbetçi askeri elindeki kamçı ile dövmüş ve asker de bunun üzerine ateş etmişti. Manastır Rus Konsolosu Aleksandır Rostkovski’nin öldürülmesinin ardından Rusya, İğneada açıklarına donanma göndererek Osmanlı Devleti'ne ültimatom verdi. Bulgar Çetelerinin saldırıları, İlinden-Başkalaşım İsyanı (1903) ve Mürzteg Antlaşması küçükresim|right|Ilinden-Başkalaşım isyanlarının çıktığı yerler Her ne kadar 1890'larda ortada sözde özerk, özde bağımsız bir Bulgaristan Prensliği olsa da, Bulgarlar Doğu Rumeli Vilayetini öyle veya böyle elde etmiş olsalarda Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki Bulgarların ve Balkan Devletlerinin talepleri bitmemişti. Makedonya ve Trakya'da pek çok örgüt kuruldu. Bunlardan biri Yüksek Makedon-Edirne Komitesi idi. Bu komite İlinden ayaklanması öncesinde Pirin Dağı ve Gorna Djumaya "Yukarı Cuma"(Blagoevgrad)'da 28 Eylül-1 Kasım 1902 arasında gerçekleşen bir ayaklanmaya imza attı. Bulgar Prensliği büyük güçlerden (Düvel-i muazzama'dan) gelen baskı nedeni ile ayaklananlara açık bir yardım yapmadı. Ayaklanma Hüseyin Hilmi Paşa yönetimindeki Osmanlı birliklerince bastırıldı. 2000'e yakın Bulgar çete mensubu Bulgar Prensliğine kaçtı. Öte yandan Selanikli Gemiciler adı ile kurulan bir Bulgar terör örgütü (1898-1903) Edirne Vilayeti, Makedonya ve Selanik'te otonomi veya Bulgaristan Prensliği'ne bağlanma bu amaçla Düvel-i Muazzama'nın dikkatini çekmek için bombalı saldırılarda, terör eylemlerinde bulundular. Örgütün kurucularının çoğu Selanik Bulgar Erkek Lisesi mezunuydu.1899'da Ermenilerle birlikte Abdülhamid'e suikast, 1900'de ise Osmanlı Bankasının Selanik ve İstanbul Şubelerini havaya uçurmayı planladılarsa da planları ortaya çıktı. 18 Eylül 1900'de Osmanlı polisi, patlayıcıları taşıyan bir grubun üyesini yakaladı ve daha sonra Merdjanov, Sokolov ve Pavel Shatev'in de aralarında bulunduğu tüm grup tutuklandı. 1903'te ise Selanik bombalamaları denen planı yaptılar.28 Nisan 1903'te grubun bir üyesi olan Pavel Shatev, Selanik limanından çıkmakta olan Fransız gemisi "Guadalquivir"i dinamit kullanarak patlattı. Bombacı diğer yolcularla birlikte gemiyi terk etti, ancak daha sonra Üsküp tren istasyonunda Türk polisi tarafından yakalandı. Aynı gece, diğer grup Dimitar Mechev, Iliya Trachkov ve Milan Arsov, Selanik-İstanbul arasındaki demiryolunu tren geçişine yakın bombalasa da, şans eseri lokomotife ve geçen bir trenin vagonlarından bazılarına zarar veren bombalamada hiçbir yolcu yaralanmadı. Ertesi gün, Selanik'teki büyük baskının başlaması için işaret, kentin elektrik ve su tedarik sistemlerini kapatmak için patlayıcılar kullanan Kostadin Kirkov tarafından verildi. Jordan Popjordanov (Orceto) adlı bir başka örgüt üyesi ise, bir "gemici"nin daha önce bir tünel kazdığı bir Osmanlı Bankası ofisinin binasını havaya uçurdu. Milan Arsov, "Alhambra" Café'ye bomba attı. Aynı gece örgüt üyeleri Kostadin Kirkov, İliya Bogdanov ve Vladimir Pingov şehrin farklı yerlerinde bombalar patlattı. Dimitar Mechev ve Iliya Truchkov, gaz üreten bir tesisin rezervuarını patlatmayı başaramadı. Daha sonra, Mechev ve Trachkov'un 60'tan fazla bomba kullandığı ordu ve jandarma kuvvetleriyle yapılan bir çatışmada kendi karargahlarında öldürüldüler. Jordan Popjordanov 30 Nisan'da öldürüldü. Mayıs ayında Kostadin Kirkov bir postaneyi havaya uçurmaya çalışırken öldürüldü. Görevi yerel valiyi öldürmek olan Zvetko Traikov, yakalanmadan hemen önce bombayı patlatıp üzerine oturarak intihar etti. Yine bu eylemlere destek niteliğinde Bulgar anarşist ve çetecilerinin başkaca eylemleri de oldu Budapeşte'den İstanbul'a giden günlük ekspres, 28 Ağustos'ta Kuleliburgaz yakınlarında havaya uçuruldu.7 kişi öldü 15 kişi yaralandı.Avusturya-Macaristan nehir ve deniz buharlı gemisi Vaskapu'nun gemisinde ikinci terör eylemi 2 Eylül'de meydana geldi. Geminin patlaması, Tuna nehri ile Karadeniz limanları arasındaki İstanbul'a kadar meşguliyetin olduğu gemilerle yolcu trafiğinin başladığı zamana kadar uzanıyordu. Örgüt üyesi Zahari Stoyanov'un yakın akrabaları olan saldırganlar Kaptanı, iki subayı, altı mürettebatı ve 15 yolcuyu öldürdü ve gemiyi ateşe verdi. Ivan Stoyanov ve Stefan Dimitrov da patlamada öldü.Esasında 9 Eylül'de İstanbul limanına dört geminin patlatılarak saldırılması planlanmıştı: "Vaskapu"nun yanı sıra, bunlar Avusturya-Macaristan "Apollo", Alman "Tenedos" ve Fransız "Felix Fressinet" idi. Ancak Vaskapu'nun erken patlatılması nedeniyle plan başarısız oldu. Örgüt 1903'te Selanik bombalamalarının ardından sıkı yönetim ilan edilip liderlerinin yakalanması, bir kısmının idam edilip bir kısmının tutuklanıp Fizan'a sürülmesi ile ortadan kaldırılmıştır. Bütün bunlar yaşanırken Edirne ve Makedonya'da özerk bir devlet kurmak amacıyla Osmanlı topraklarında İç Makedon Devrimci Örgütü (İMDÖ) adlı bir örgüt 1893'te kuruldu. Örgüt Osmanlı İmparatorluğu'na ve bölgedeki askerlerine karşı vur-kaç saldırıları vs. ile silahlı ve terörist bir mücadele içinde olup Bulgar Prensliği'nden yardım alır duruma gelmişti. Başlangıçta tüm Makedonya halkları için özerk bölge peşinde olan örgüt özellikle 1896 sonrası sadece Bulgarların çıkarlarını gözetir ve yaptığı gerilla müdahaleleri zorlama vs. ile devlet içinde devlet olup halktan vergi alır hale bile geldi. 1903 yılının Ağustos ayında Makedonya, Trakya'da Istranca dağlarında, Yunanistan'ın Makedonya kısmına gelen Osmanlı topraklarında ayaklanma çıkardılar. Yaklaşık 25.000'den fazla örgüt militanı, üyesinin dahil olduğu silahlı ayaklanma Kasım ayında ancak bastırılabildi.30.000'den fazla kişi Bulgar Prensliği'ne kaçtı. Ayaklanan çetecilerden bazıları Istranca Cumhuriyeti, Kruşevo Cumhuriyeti diye bir geçici devletçikler bile kurmaya çalışsa da buraya sevk edilen Osmanlı birlikleri bunu engelledi. Ancak pek çok köy çatışmalarda harabeye döndü. Bu çatışmalara ve yapılanlara karşın Bulgar tarafı ve İMDÖ üyeleri Osmanlı Devletini köy yakma ve katliam yapma zorla tehcir, tecavüz gibi suçlamalarla da suçlamıştır. İsyanların bastırılması sırasında Osmanlılarda da 5328 asker şehit olmuştur. Bununla birlikte İMDÖ isyan başladıktan sonra özellikle Bulgaristan'dan askeri yardım talebinde bulunup müdahale etmesini istediyse de Bulgaristan bu konuda yardım edemeyeceğini belirtti, Sırbistan, Karadağ'dan beklenen yardımları alamadı, bastırılması akabinde kendi milis dediği güçlerini feshetmek zorunda kaldı. Öte yandan Rus Çarı, 1903 Ekiminde Avusturya-Macaristan İmparatoru'nu ziyareti esnasında Mürzsteg Av Köşkü'nde bir araya geldi ve görüşmeler sonrası Osmanlı İmparatorluğu'na Makedonya'daki sorunları çözmesi ile ilgili bir ortak muhtıra gönderip reform yapmasını istediler. Netice olarak Büyük güçlerin, baskısı ile II.Abdülhamid Kasım 1903'te Mürzsteg Muhtırası'nı dikkate alacağını bildirip, Rumeli'de Hristiyan halk üzerinde reformlar yapmaya karar verdi. Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkan toprakları ve Makedonya'daki egemenliğini tehdit etmesine karşın 2. Abdülhamid'in muhtırayı kabul edeceğini bildirmesi ile Mürzteg muhtırası Mürzsteg Antlaşması halini aldı. Bu Mürzsteg Antlaşmasında Rus Çarı ve Avusturya Macaristan İmparatoru, Osmanlı Makedon vilayetlerinde yönetim, yargı ve yerel jandarma reformunu denetlemek üzere bir Rus ve bir Avusturya-Macaristan sivil temsilcisinin atanmasını talep etmekteydi. Bütün bu reform yapacak kurumlarda Hristiyanlar yer alacaktı. Kasım ayında Abdülhamid'in teklifi kabul etmesinden sonra, Rusya N. Demerik'i ve Avusturya bir G. Müller'i temsilci seçti. Temsilciler 1904'ün başlarında Makedonya Başmüfettişi Hüseyin Hilmi Paşa'nın emrinde çalışmaya başladılar. Mürzsteg programı uyarınca, her Büyük Güç, her ilde jandarma reformundan sorumlu Osmanlı yetkilisine bir danışman memur atadı. Avusturya-Macaristan, Selanik Sancağına Rusya, Üsküp Sancağına, Fransa Serez Sancağına ve İngiltere, Drama Sancağı'na bir danışman atadı. Öte yandan Makedonya'daki Bulgarların yaşadığı topraklarda Avusturya ve Rusya tarafından daha önce atanmış ajan siviller ile birlikte bölgenin maliyesinin düzenli bir şekilde işlemesini kontrol edilmesine yönelik Uluslarası mali komisyon kurularak mali kontrol de öngörülmüştür. Osmanlı devleti buna karşı çıkmış diplomatik süreç bu yönden tıkanmış bunun üzerine 26 Kasım 1905'te Midilli, 5 Aralık 1905'te Limni adaları İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya başta olmak üzere 5 büyük devlet donanmasının işgaline uğramış ancak Osmanlı devletinin şartları kabulü ile işgal sonlandırılabilmiştir. Ancak Rus-Japon Savaşı'ndaki (1904-05) yenilgiden sonra Rusya, Balkanlar'daki etkisinin çoğunu kaybetti. Bu arada Avusturya Macaristan iyice Osmanlı tarafına çekildi. Avusturya-Macaristan, 1907'de antlasmadaki yargı reformlarını desteklemekten vazgeçip reddetti ve Osmanlı yetkilileri de mali reformlarda direniş gösterdi.1908'de II. Abdülhamid, Mitroviça'dan Selanik'e, Avusturya-Macaristan'ın lehine ve Mürzsteg Anlaşması'nı ihlal etse de bir demiryolu inşasını onayladı. Avusturya Macaristan'ın bunun gibi diplomatik ekonomik manevralarla iyice Osmanlı yanına çekilmesi ile sonrasında Osmanlı hükûmetinin Mayıs 1909'da Makedonya'daki Uluslararası Mali Kontrol Komisyonu'nu kapatmasıyla anlaşma resmen iptal edildi. Başkaca Önemli Dış Müdahaleler (1901- 1904) Büyük güçlerce istemlerini kabul ettirebilmek için Gambot diplomasisi 2.Abdülhamid döneminde de, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı sıkça kullanılmıştır. Bu diplomasinin ABD'deki karşılığı olan büyük sopa diplomasisi de ABD tarafından uygulanmıştır. II. Abdülhamid devrinin başında ve öncesinde Abdülaziz ile V. Murat döneminde Babıali, Galata bankerleri ve bunlar arasındaki Levantenlerden özellikle Fransız uyruklu Lorando ve Tubini ailelerinden borç almıştır. Bu iki aile Haydarpaşa garı demiryolu hattı yapımı için Osmanlı Bankası dahil pek çok Osmanlı kurumuna borç vermeleri yanında Osmanlı sarayına borç veren simsarlık yapan Köçeoğlu Agop Efendi 'ye de para sağlamıştır. Neticede bu alacaklar birikmiş ve 1890larda defa kere yapılandırılmasına karşın ödenememiş/ödenmemiştir. Durum sonrasında Fransa'ya bu kişilerin başvurması ise Fransız hükümetinin de olaya dahil olmasına neden olmuştur. Bu arada İstanbul'da mahkemeye başvurup aileler alacaklarının ödemesi için açtıkları davayı da kazanmışlardır. Buna rağmen hazinede para yokluğundan borçların ödenmemesi üzerine Fransa, gönderdiği nota ardından 5 Kasım 1901’de donanması ile asker çıkarıp Midilli adasını işgal eder. Buradaki gümrüğüne el koyup, borcunu böyle tahsil edeceğini Babıáli’ye bildirir. İlaveten Osmanlı topraklarında Fransız himayesinde bulunan okul, hastahane, dini müesseseler için de yeni imtiyazlar talep edip, bunların resmen tanınmasını ister. İkinci Abdülhamid, Fransa’nın tüm isteklerini kabul ettiğini açıklar ve Lorando’ya 340 bin ve Tubini’ye de 162 bin olmak üzere yarım milyon küsur paranın ödeneceğini, Fransa’nın talep ettiği imtiyazları da vereceğini bildirir. Bu parayı 2.Abdülhamid eşi Fatma Pesend Hanım'ın servetinden ve hükümetteki paşaların şahsi servetlerinden verdiği paraları birleştirerek ödemiş ve Fransızlar adayı boşaltmaya ikna ancak edilebilmiştir. Krizler ve dış müdahaleler bununla da bitmemiştir. 20.yy başlarında William McKinley ve Theodore Roosevelt döneminde ABD-Osmanlı ilişkileri bozulmaya başlamıştır. Bunun başlıca nedenlerinden biri imparatorluk genelinde açılan ABD elçilikleri ve ABD devleti destekli protestan misyonerlik ve kültür okullarıdır. Osmanlı İmparatorluğu'nda yayınlaşan ve özellikle Suriye Lübnan'da ve Ermenilerin yaşadığı Doğu Anadolu'da ayrılıkçı faaliyetlerde de bulunan, sorun çıkarmaya müsait bu okulların kapatılması veya sayısının azaltılması ile Babıali ve 2.Abdülhamid uğraşmaktaydı. Bununla birlikte kapatılan okullardan oluşan zarardan bahisle ABD'nin Osmanlı İmparatorluğu'ndan tazminat talepleri vardı. Yine ABD, kendi vatandaşlarının ve şirketlerinin imparatorlukta ekonomik ve arkeolojik faaliyetlerine diğer Avrupa devletleri gibi izin verilmediğinden, sürekli sorun yaratıldığından bahisle izin verilmesi yönünde sürekli bir talepte bulunmaktaydı. Bu sorunlar 1903'te krize dönüştü. ABD içerisinde Amerikan okulları, Amerikan vatandaşlığına geçen kişilerin ailelerinin Amerika’ya göç etmesi, Amerika’dan et ithali, Amerikan sigorta şirketleri, İzmir Amerika Konsolosuna ait emlak, Osmanlı coğrafyasında Amerikan Üniversitelerinin sponsorluğunda yapılmak istenen arkeolojik kazılara izin verilmediğinden bahisle 29 Mart 1903 tarihinde Osmanlı Devletine bir muhtıra göndermiştir. ABD, 1903 yılının Ağustos ayı sonlarında Beyrut Konsolos Vekili William C. Magelssen’in öldürüldüğü yönündeki asılsız haberler nedeniyle Osmanlı resmi açıklamasını beklemeden Theodore Roosevelt 2 savaş gemisi gönderip Beyrut limanını abluka altına aldırtır. İzmir üzerine gemi göndermeye kalkar. Beyrut limanındaki abluka Osmanlı'nın bu konudaki belli talepleri 2.Abdülhamid'ce kısmen kabul edilip, ABDli arkeologlara kazı izni vermesi bunun yanında ABD gemilerindeki erzak yokluğu neticesinde ancak 1 Şubat 1904'te kaldırılır. Ancak yine de ABD'nin istediğini tam aldığı söylenemez. Bu arada Osmanlı devleti ABD'ye para verip, tazminat ödemek zorunda da kalır. Beyrut valisi görevden alınır. Kısa zaman sonra Lübnan'da kazı izni verilen ABD'li arkeologların sonrasında tarihi eser kaçakçılığı yapmaları neticesinde kazı izni kaldırılacaktır. ABD bununla da yetinmeyip 1904'te İkinci Sason Ermeni İsyanında baş rollerden birini üstlenip isyancıları açıkça destekleyip, işbirliği yaptığı tespit edilmesi nedeniyle tutuklanan ABD misyoner okulu çalışanları ve vatandaşlarının, serbest bırakılması için Temmuz-Ağustos 1904'te tekrar Osmanlı devletinde İzmir üzerine savaş gemileri gönderir; Amerikan okul ve personeli konusunda isteklerinin 2.Abdülhamit'çe kabulü ardından 15 Ağustos 1904'te gemiler geri çekilir. Bu arada ABD 1904'te Harput'taki büyükelçisi Thomas H. Norton 'a 2.Sason isyanı ve sonuçları ilgili bir rapor hazırlattırır. "Norton raporu" denen bu raporda Osmanlı İmparatorluğu lehine hususlar bulunsa da, hatta Ermenilerin Ruslardan İran'dan silah sağlayıp müslüman köylerine saldırıları akabinde olayların başladığından bahsedilse de, bunlar gözardı edilip, orijinal raporun tahrifatı ile ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından basına servis edilen kısmı, 23 Ocak 1905’te The Washington Post, Evening Star, The San Francisco Call gibi değişik Amerikan gazetelerinde Osmanlı İmparatorluğu katliam yapmış gibi yayınlattırılır. Bu da ABD-Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkileri geren bir başka husus olur. Suikast girişimi (1905) küçükresim|upright=0.68|sağ|Sultan Abdülhamid Cuma Selamlığı'nda Hamidiye Camii'nde küçükresim|sağ|upright=0.68|2.Abdülhamid, bir Cuma Selamlığı'na giderken muhafız alayı ile birlikte küçükresim|upright=0.68|left|Suikastte Bombanın Patlamasının Hemen Sonrasındaki Durumu Gösteren Bir Çizim [[Dosya:Bomb Misses Sultan.png|küçükresim|upright=0.68|right|New York Timesda 22 Temmuz 1905'de Yayınlanan Suikast Haberi]] Ermeni Devrimci Federasyonu'nca (Taşnaklar), 1905'te ince bir planla bu suikast yapılmaya çalışılmıştır. Bir görüşe göre Taşnakların suikastı yapmaktaki amacı, kendilerine bağımsız devlet olma önünde engel olarak gördükleri II.Abdülhamid'den kurtulma; bir diğer görüşe göre Ermenilere Hamidiye alayları ile katliam yapmakla itham ettikleri II.Abdülhamid ve Osmanlı'dan bir intikam alma; diğer bir araştırmacı tarih Profesörü Vahdettin Engin ve Erhan Afyoncu'nun iddialarına göre ise Osmanlı İmparatorluğu'nu kaosa sürükleme planının küçük ama önemli bir parçasıdır. Afyoncu ve Engin'e göre bu plana doğrultusunda önce padişaha suikast düzenlenecek, sonra da hükûmet merkezi, Galata Köprüsü, Tünel, Osmanlı Bankası, yabancı büyükelçilikler ile diğer bazı özel ve resmi müesseseler havaya uçurulacaktı. Böylece müthiş bir kargaşa ve ihtilal çıkarılarak İstanbul kaos içinde bırakılacak, ardından Avrupa devletlerinin müdahalesi sağlanacaktı. Bununla birlikte bu suikastın yapılmasına planlanan amaç hala belirsizliğini korumaktadır. Ancak bilinen olgu Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaklar)'ın bu bombalı suikastı yapması için Belçikalı anarşist görüşe sahip olduğu bilinen Edward Joris adlı kişi ile birlikte hareket ettikleridir. 21 Temmuz 1905 günü Osmanlı padişahı II. Abdülhamid'e karşı tarafından Yıldız Hamidiye Camii önünde Cuma selamlığından çıkışta patlaması için 120kg bomba içeren bir düzenek kuruldu. Ancak Şeyhülislam Cemaleddin Efendi'nin Sultan Abdülhamid'e bir soru sorarak geciktirmesi üzerine bomba Sultan Abdülhamid'in etki alanı dışındayken patladı ve padişah hiçbir zarar görmeden kurtuldu. Patlama sonucu civardaki halk arasında 26 kişi öldü ve 58 kişi yaralandı. Olaydan sonra yapılan araştırma sonucu olaya karışan 40 kişinin kimlikleri belirlendi. Bunlardan 15 kişi yakalanarak tutuklandı. Belçika vatandaşı Edward Joris'in suikast girişiminin lideri olduğu sonucuna varıldı. Belçika ile Osmanlı İmparatorluğu arasında diplomatik kriz patlak verdi. Ancak İdama mahkum edilen Edward Joris Belçika'ya iade edilmedi.2 yıl hapis yattıktan sonra affedilip serbest bırakıldı. Hatta bu kadarla da kalmadı. II. Abdülhamid onu kendi hizmetine aldı. Gerçekten de Jorris, Abdülhamid’le bilvasıta görüşmüş ve çok geçmeden de onun gizli ajanı olarak 500 altın harcırahla Avrupa’ya dönmüştür. Anlaşılan hayli de hizmet yapmıştır. Dünya tarihinde belki de ilk defa bir suikastçı, suikast düzenlediği kişi tarafından affedilmiş, üstüne üstlük işe alınarak ödüllendirilmiştir. Tevfik Fikret gibi vatan şairi olarak adlandırılan bazı düşünürlerin bu suikastten II. Abdülhamid'in sağ kurtulması pek hoşuna gitmemiş hatta bu konuda "Bir Lâhza-i Ta'ahhur" (Bir Anlık Gecikme) adlı şiir bile yazmıştır. Bu durum ayrıca büyük bir eleştiri konusudur. Osmanlı'nın İran topraklarında geçici işgali (1906) Kotur ve çevresinin Berlin Antlaşması ile İran'a verilmesi sonrası İran'la olan sınır meseleleri bitmese de, 1905 yılına kadar Kürt Aşiretlerin saldırıları ve ufak sınır çatışmaları ve geçici sınır köy işgaller haricinde Osmanlı ile İran arasında önemli büyük çatışmalara neden olacak bir sorun olmamıştır. Bu sorunlarla ilgili ise Lahincan ve Rumiye'de 1892-1895 arası kurulan komisyonlar ve görüşmelerden bir çözüm elde edilememiştir. Ancak 1905 ve sonrasında İran ile Osmanlı arasında yeni sorunlar yine patlak vermiştir. Zira Rusya, 1905 itibarıyla Güney Azerbaycan'da gerek siyasi gerek askeri anlamda nüfuzlanma faaliyeti içine girmiştir; ancak 1906'da İran'da özellikle Muzaffereddin Şah döneminde, ciddi bir sorun oluşturan bütçe açığını kapatmak için siyasal ödünler karşılığında Rusya'dan borç alma yoluna gitmesi, aldığı borçları 1900 - 1905 arasında yaptığı üç Avrupa gezisinde harcaması ve Rusya'nın İran'daki özellikle Güney Azerbaycan topraklarındaki nüfuzunu giderek arttırması onun yönetimine karşı güçlü bir muhalefetin doğmasına yol açtı. Netice olarak meşrutiyet yanlısı bir ayaklanma İran'da patlak verdi ve İran Meşrutiyet Devrimi 1906 Anayasası ilan edildi. 40 gün sonra ise Şah, kalp krizi geçirerek öldü yerine oğlu meşrutiyetten hiç hazetmeyen Muhammed Ali Şah geçmiştir. O ise bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve sınırlarını güvence altına alma karşılığında büyük devletlerden Rusya ve İngiltere'ye sığınıp İran'ın kuzey ve orta kesimini Rusların, güneydoğu kesimini de İngilizlerin denetimine bırakan antlaşmalar peşine düştü. İran topraklarını üç bölgeye ayırarak paylaşmayı esas alan ve İran’ın bağımsızlığını yok sayan İngiltere-Rusya Anlaşması da İngiltere Rusya arasında imzalanmıştı. Anlaşmaya göre, İran’ın kuzeydeki toprakları Rus nüfuzuna; güneyde Fars Körfezi’nden Tahran’a kadar olan topraklar ise İngiliz nüfuzuna bırakıldı. Şah 1908'de meclisi kapatıp top ateşine tutmuş ancak çıkan ve Garegin Njdeh gibi Ermenilerinde iştirak ettiği iç savaşa dönen ayaklanma neticesi tahtı oğlu Ahmet Şah Kaçar'a bırakıp ülkeden kaçacaktır. İşte bu iç karışıklıklarda Rusya'nın Güney Azerbaycan'daki nüfuzunu arttırma faaliyetleri Osmanlı'nın bölgedeki çıkarlarını tehlikeye düşürmesi yanında İran'daki Meşrutiyet ilanı, o sırada iyice güçlenen meşrutiyeti geri getirme peşindeki İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) süre gelen faaliyetleri sebebiyle II. Abdülhamid'in mutlakiyetçi rejimini tehdit etmektedir; oluşan durum aynı zamanda, II. Abdülhamid'de İTC'nin bu çevrede de yer edip faaliyette bulunacağı endişesinin hasıl olmasına neden olmuştur. Osmanlı Devleti 6.000 kişilik asker ve topçu alayı ile İran topraklarına girip Lahincan üzerine Ferik Mehmet Paşa komutasındaki bir ordu ile girmiştir. Muhammed Ali Şah, hudut saldırısını önlemesi için Azerbaycan Valisi Ferman Ferma'yı görevlendirmiştir. Çatışmalarda Bane, Serdeşt, Rumiye, Vezne, Selmas, Hoy, Bukan ve Savucbulak bölgeleri Osmanlı Devleti'nin eline geçmiştir. Ferman Ferma kuvvetleri ile karşılaşan Osmanlı Ordusu onun komutasındaki İran Ordu birliklerini yenmiştir. İran bunun üzerine Osmanlı'nın Beyazıd Sancağına bağlı Kazlıgöl ve Dambat arazilerine saldırmıştır. Osmanlı askerleri ise İran sınırından içerilere doğru ilerleyerek Baran, Enzeli, Reşt, Somay, Mergever ve Bıradost'a bağlı olan birçok köyü ele geçirmiştir. Ancak Muhammed Ali Şah'ın gerekli İran ordusuna destek birliklerini eksik veya zamanında göndermemesi, II. Abdülhamid'in İran'daki meşrutiyet hareketlerine karşı olduğu ve hatta Muhammed Ali Şah'ı bu saldırılar dolayısıyla destekler mahiyette hareket ettiği düşünülürse; İran şahının İran'daki hürriyetçiler nedeniyle ilan etmek zorunda kaldığı meclisi kötü gösterip gücünü geri kazanma; buna karşın Abdülhamid'in ise İTC'nin bölge üstlenmesini engelleme peşinde olduğu da iddia edilmektedir. Mustafa Armağan ise bunu İran'dan intikam alma, Osmanlı'nın Rusya ve büyük güçler karşısında topraklarını koruma amaçlı günümüzdeki Fırat Kalkanı Harekatı gibi bir tampon bölge oluşturma peşinde olduğu iddiasındadır. Armağan'ın intikam alma olduğu şeklindeki görüşü pek doğru gözükmeyip 2. öne sürdüğü görüş olan Rusya'ya aynı zamanda İTC'ye I. Dünya Savaşı sırasında büyük güçlere karşı geçici bir tampon bölge kurmaya çalışma isteği doğru kabul edilebilir. Yine de iki taraf arasında görüşmeler sürmektedir. İran Devleti, Osmanlı kuvvetlerinin Rumiye'nin deniz kenarı olan Kulince bölgesine kadar ilerlemesi üzerine bu durumun hudut görüşmelerini zedelemekte olduğunu Bab-ı Ali'ye bildirmiştir.İran Devleti Osmanlı kuvvetlerinin İran topraklarındaki bu ilerleyişi karşısında Osmanlı Devleti'ne sitemde bulunmuştur. Osmanlı'nın İran topraklarına saldırmış olmasına rağmen İranlıların, Osmanlı topraklarına saldırdıklarına dair Osmanlı'nın şikayet etmekte olduğunu belirtmiştir. İran Devleti Osmanlı kuvvetlerinin derhal İran topraklarından çekilmesini istemiştir. İki devlet arasında hudut ile ilgili görüşmelerden bir netice alınamayınca 1910'a kadar görüşmelere ara verilmiştir. Bu geçen zaman zarfında da II. Abdülhamid tahttan indirilmiştir. Bununla birlikte II. Abdülhamid sonrası Sultan Reşad ve İttihat ve Terakki döneminde de Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Urmiye ve civarı için büyük bir rekabet çıkmıştı. 1911'de bölgedeki Kürtlerin saldırıları ve mezhep kavgalarının çıkması üzerine Ruslar Ermenileri destekleyerek bölgenin daha fazla karışmasına sebep olmuştur. İran'ın her iki ülkenin de askerlerini çekmesini istemesi üzerine Osmanlı Devleti, Rusların öncelikle terk etmelerini şart koşmuştur. Rusya çekilmeyince durum aynı kalmıştır. Eski Merağa Hakimi Samed Han, Rus Azerbaycan kumandanı Çernoziyev ile birleşerek Osmanlı Devleti'ne cephe almıştı. Osmanlı Devleti Samed Han'a Ruslarla değil kendileri ile işbirliği yapması gerektiği kendilerinin İslamı temsil ettiğini bildirmesine rağmen bu talep Samed Hanca reddedildi. İki taraf Miyanduab civarında 1912'de savaşmış, savaşı Osmanlı kazanmıştır. 1913'te İngilizlerin arabuluculuğunda İran ve Osmanlı ve Rusya bir araya gelip 17 Kasım 1913 tarihinde Dersaadet'te Tahdid-i Hudut Protokolü'nü imzalamıştır. Osmanlı tarafından Hariciye Nazırı Prens Said Halim Paşa, İran tarafından olağanüstü yetkilerle donatılmış olan Büyükelçi Mirza Mahmut Han Kaçar İhtişamü's-saltana, İngiltere'den Büyükelçi Louis Mallet ve Rusya'dan Büyükelçi Mosyö de Michel de Giers anlaşmayı imzalamıştır. Osmanlı protokole göre askerlerini çekmeye başlasa da patlak veren I. Dünya Savaşı akabinde bu anlaşma uygulanamayacak Rusya ve İngiltere karşısında Osmanlı,Doğu sınırının tehdidi karşısında İran'da da savaşmak zorunda kalacak İngilizlere karşı başarılar kazanıp Tebriz'e kadar ilerlese de Mondros Müterakesi sonrası bölgeden çekilecektir. Vergi İsyanları (1906-1907) II. Abdülhamid'in hızlıca güç kaybetmesi ve 2.Meşrutiyet isteyen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC)'nin başarıya ulaşmasını sağlayan en önemli faktörlerden biri 1906-1907 yıllarında Kastamonu, Samsun Erzurum gibi pek çok bölgede çıkan Vergi İsyanları (Ayaklanmaları) olmuştur. Halk desteğinin kaynaklarından biri de burası olmuştur. Zira Düyunu Umumiye ve Reji idarelerinin Osmanlı gelirlerine el koyması neticesi, bütçe ve mali disiplin sağlanmaya çalışılsa da giderek artan giderler karşısında Osmanlı maliyesi ve II. Abdülhamid de çarelerden birini de vergileri arttırmak olarak öngörmüştü. Osmanlı'da II. Abdülhamid döneminde de halkın büyük kesimi kırsalda yaşamaktadır. Şehirlerdeki nüfus azdır sanayi üretiminden çok tarımsal üretim esastır. Osmanlı'da esasında uygulanan politikalarla hububat üretimi 1888-1911 yılları arasında % 51 oranında artarken, tütün üretimi % 191, incir üretimi % 122, fındık üretimi % 217, ipek kozası üretimi % 122 ve Adana bölgesindeki pamuk üretimi % 472 oranında artmıştır. Tarım ürünlerinin ihracat içindeki payı 1889’da % 18, 1907’de % 22’ye ve 1913’de % 27’ye yükselmiştir. Öşür vergilerinde de artış vardır Ancak Osmanlı zahire üretimindeki ve tarımsal üretimdeki yıldan yıla dalgalanmalar II. Abdülhamid döneminde de aynen sürmektedir. Örneğin nakledilen zahire (tahıl üretim ve nakliyesine bakarsak) 1896-105 milyon kg 1897-243 milyon kg 1898 152-milyon kg 1899-35 milyon kg 1900-121 milyon kg 1901-145 milyon kg 1902-274 milyon kg 1903-141 milyon kg 1904-191 milyon kg 1905-217 milyon kg 1906-190 milyon kg 1907-146 milyon kg 1908-55 milyon kg 1909-59 milyon kg'dur. Bunun yanında üretim artışına karşın çiftçi ve küçük esnaf hiçte iyi durumda değildir, zira Avrupa ülkeleri karşısında 17.yydan 20.yy başına kadar geçen dönemde kendi gelirlerinde kayda değer bir artış yoktur. Uygulamada çiftçiden %12,5 oranında ürününden aşar vergisi alınırken 1903'te II. Abdülhamid Döneminde iki verginin daha köylüden alınmasına karar verilir. Bunlardan biri Vergiyi Şahsidir. Kişilerin servet durumuna bakılmaksızın, köylü ve şehirli ayrımı yapılmaksızın gelir seviyelerine göre alınmasına karar verilmiştir. Buna göre, yirmi yaşından yetmiş beş yaşına kadar olan herkes üç kategori dahlinde sırasıyla vergi ödemesi öngörülmüştür.1904'te vergi yükü, kırsal kesimde köylüler, kasabalarda zanaatkarlar ve esnaf, şehirlerde ise tüccarlar için dayanılmaz bir hal almış bulunuyordu, bir kısım çiftçi topraklarını terk etmek zorunda kalmıştı. Bunun yanında birde köylünün sahip olduğu evcil hayvanlar üzerinden Hayvanat-ı ehliye rüsumu (bir nevi Ağnam resmi) alınmasına karar verildi. Buna bir de vergi toplamakla yükümlü mültezimlerin keyfî açgözlülükleri eklenince durum vergi mükellefleri açısından iyiden iyiye zorlaşıyordu. Özellikle Anadolu'da mültezim sistemi halen uygulamadaydı, kolluk kuvvetlerinin yardımı ile mültezimler borcunu ödemeyen halkın mal varlığına el koymakta ve şiddet uygulamaktadır. Öte yandan tahsilatlarda da kendilerine verilen oranların çok üstüne çıkmaktadır. Mültezimler toplanan paradan alması gerekenden fazlasını alıp bunu vali ve diğer idarecilere aktarmakta, Erzurum valisi gibi valilerin bir kısmı da toplanan paranın tamamını kamu hizmetlerinde kullanmak yerine bunun yüzde 25'ini İstanbul'a gönderip kalanı kendi zimmetlerine geçirmeye çalışmaktadır. Kısaca II. Abdülhamid dönemi Osmanlı İmparatorluğu'nda idarecilerin yolsuzlukları halkın diline düşmüş durumdadır. İlk hoşnutsuzluklar İzmir'de 1904'de Temettü Vergisi toplanması sırasında başlar, verginin alımı bir süreliğine durdurulur. Ardından her ne kadar Osmanlı'nın Rum vatandaşlarından gelse de Şubat 1905'de Hayvan rüsumunun kaldırılması yolunda Midilli adasında protestolar yapıldı, telgrafhanelerden Babıali'ye bunun kaldırılması yönünde mesajlar çekmiştir. Ardından olaylar 25 Mart 1905'de Arnavutluk -İşkodra, 13 Nisan 1905'de Basra ve 28 Haziran 1905'de Trablusgarp'a sıçrar. Yine telgrafhanelerden protesto telgrafları çeker. 1905-1906 kışı ise Anadolu'da normalden daha soğuk geçmiştir. Soğuk geçen kış köylünün, esnafın çok daha büyük zorluklar yaşaması yanında 1906'da isyanların iyice büyümesine ve radikal bir hal almasına sebep olacaktır. Kastamonu'da halkın telgraf çektiği vilayetlerden biridir ancak 1905-1906 kışında Babıali tarafından somut adım atılmaması neticesinde, ilk ciddi Vergi İsyanı burada çıkar. Halk önce Belediye Seçimlerini boykot eder ardından seçimleri boykot gerekçesi için orduya temsil yollayan halk askeriyeden belediyenin hesapları denetlemesini ister. Halk hem Vergiyi Şahsi'nin derhal kaldırılmasını istemekteydi hem de Kastamonu valisinin sahip olduğu servete karşın tek kuruş vergi vermemesine tepkiliydi,21 Ocak 1906'da 32 esnaf bu konuda saraya telgraf çekse de bir cevap alamadı. Olaylar iyice büyüdü esnaf kepenk kapatmış halk meydanlara inmişti. 10 günden fazla süre devam eden eylemde halk vali Enes Paşa'nın istifasını istedi. Valinin anlaşmak için gönderdiği heyet esir alındı, askerler ise kitleyi dağıtmayı reddetmekteydi. Nihayet 1 Şubat günü vali görevden alındı. Saray isyanı çıkaranlar hakkında soruşturma açılmasını istese de atanan vali Ali Rıza Paşa soruşturma açmayı reddedip istifa etti. Bu arada olaylar Sinop'a sıçradı Sinop halkı mutasarrıf (kaymakam)'ın yolsuzluk yaptığı ve vergilerin kaldırılması istemiyle gösteri yaptı kaymakam İstanbul'a giden bir gemiye kaçıp halkın elinden zor kurtuldu. Trabzon'da çıkan ayaklanma askeri birliklerce zorlukla bastırıldı, vali kentten ayrılmak zorunda kaldı. Protestolar 1906 yılı boyunca bir kaç kere daha Trabzon Vergi karşıtı gösterilere sahne olacaktır. Bitlis, Samsun, Ankara, Sivas, Giresun, Kayseri, Aydın, Muğla, Van, Muş'ta çıkan ayaklanmalar ise ordu tarafından zorlukla bastırıldı ve şehirlerin bir kısmında yolsuzluk yaptığı belirtilen vali ve mutasarrıf idareciler görevden alındı, Makedonya ve Musul'a da isyanlar sıçradı. Diyarbakır'da ise vergi isyanları Diyarbakır’da bölgenin nüfuzlu Hamidiye Kumandanı ve Milli aşireti reisi İbrahim Paşa’nın baskısına karşı tepkilerle birleşti. Ağustos 1905, Ocak 1906 ve Kasım 1907’de olmak üzere büyük halk hareketleri yaşandı. Öte yandan en etkili ayaklanma ise Erzurum'da yaşandı. Şubat 1906'da halk ayaklandı ve 1902'den beri Vergilere el koyup kentte hiçbir faaliyet yapmayıp saraya gönlünü hoş tutmak için para aktaran Nazım Paşa'nın istifasını, Vergi'yi şahsi ve Hayvanı Ehliye'nin kaldırılmasını ve İstanbul'a vergi gönderilmemesini istediler. Nazım Paşa durumu Babıali'ye bildirdi ve gelen emirde ne pahasını olursa olsun vergilerin toplanması istendi. İTC bu arada Erzurum'da durumdan istifade edip örgütlendi. Nazım Paşa'nın halkı asker ile dağıtma girişimi ise başarısız oldu, olayların iyice kontrolden çıkmasına neden oldu. Vali müftüden yardım istese de müftü valiye halkın haklı olduğu yapılan uygulamaların şeriata da aykırı olduğu görüşünü bildirdi. Vali ve emniyet güçleri, güç kullanımına rağmen dağılmakta direnen halk karşısında şehrin kontrolünü kaybetti. Çaresiz kalan Babıali, Diyarbakır valisini Erzurum'a; Erzurum valisini Diyarbakır'a gönderdi. Vergilerin alınmasının geçici olarak durdurulduğunu belirtti. Ekim 1906'da ise bu defa Mart 1906 ayaklanmasının liderlerinin yakalanıp sürgüne gönderilmesinin istenmesi üzerine ayaklanma çıktı. Askeri birlikler bu sefer iyice gösterileri bastırmak için harekete geçti, ateşe açtı, halkta askere karşılık verdi. Halktan ve askerlerden pek çok yaralanan ve ölen oldu. Vali hapsedildi. Günlerce süren olaylar 25 Mart 1907'de II.Abdülhamid'in bu iki vergiyi kaldırmayı kabul etmesi ile sona erdi. Ancak Erzurum II.Abdülhamid'e karşı direnişin merkezi haline gelmişti. 1908'de saray, Erzurum'daki isyanı örgütleyenlerin bir kısmını yakaladı. 28 Ocak 1908'de başlayan mahkemede 1906 ayaklanmasının elebaşları yargılandı. Mahkemeye çıkarılan 90 kişiden 8 kişiye idam, 18 kişiye müebbet hapis verildi. Diğer sanıklar daha küçük cezalara çarptırıldılar. Yine 1906 Eylül’ünde, Kerbela’da yaşayan İran Şii tebaası ile Osmanlı makamları arasında ciddi huzursuzluklar çıkmıştır. Osmanlı makamları bazı vergileri almak için harekete geçince, beş yüz kadar Şii İranlı, Kerbela’daki İngiliz Konsolos Vekilliği’ne giderek gösterilere başladılar. Bu gösteri birkaç gün sürdü ve göstericilerin sayısı giderek arttı. Göstericilere karşı sert zorlayıcı tedbirlere başvurulmamasıyla ilgili Yıldız’ın talimatlarına rağmen Bağdat Valisi Mecid Bey, kalabalığı dağıtmak için asker ve zaptiyeden yararlandı: havaya ateş açıldı, büyük bir telaş yaşandı ve birkaç kişi öldürüldü. Kısa bir süre sonra, İngiliz makamlarının protestoları sonucu Vali görevinden azledilmiştir. 1907'de Bitlis depremi akabinde halka sahip çıkılmaması ve bundan dolayı halkın göçe mecbur bırakılması; Şehri diğer vilayetlere bağlayan yollardaki eşkıyaların faaliyetlerine engel olunmaması; Şehir merkezinde yol açma bahanesiyle fukara halkın evlerinin haksız yere yıkılması ve halkın evsiz bırakılması; zinanın yaygınlaşması ve valinin buna engel olmayışı; rüşvet ve iltimas; halka zulüm edilmesi, işsizlik ve açlığın üç sene öncesine kıyasla büyük oranda artması, yüksek vergiler gibi gerekçelerle valinin istifası talepli 22 Haziran 1907 talepli çıkan isyanda kolluk güçlerinin bir kısmı isyana müdahale etmek yerine firar etmeyi seçmiş veya müdahaleyi reddetmiş; isyan 30 Temmuz 1907'de ancak bastırılabilmiştir. Yine 1906-1908 yılları arasında özellikle Yemen İsyanını bastırmak için Trabzon gibi limanlardan hareket eden askeri birliklerde; ve yine çeşitli askeri birliklerde gerek ekonomik sorunlardan ve ödenmeyen maaşlardan, gerekse verilen kayıplar, askerlerin içinde bulunduğu koşullar nedeniyle bir dizi isyanlar yaşanmıştır. Bunlar daha önce de meydana gelmelerine rağmen, bu sefer muhalifler için siyasi fırsatlar yaratmıştır. Netice olarak bu isyanlar II. Abdülhamid'in halk desteğini kaybetme ve İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Meşrutiyeti geri getirme girişiminin başarıya ulaşma sebeplerinden biri oldu. İkinci Meşrutiyet (1908) [[Dosya:Enver abdulhamit niyazi.jpg|küçükresim|upright=0.91|Enver Bey, Sultan Abdülhamid ve Niyazi Bey]] Birinci meşrutiyet sonrasında Jöntürkler ve pek kişi yakalanmamak için yurtdışına kaçmıştı. Toprak kayıpları, Abdülhamid’in örfî ve keyfi bulunan idaresine karşı muhalefet de giderek güçlendi. 1889'da gerek eski Jöntürkler ve gerekse II. Abdülhamid Muhaliflerince İttihat ve Terakkî Cemiyeti (İTC) kuruldu. İTC askeri birliklere kadar toplumun her kesiminden üye toplamaya başlamıştı. 1895'e kadar çeşitli kendine ait yayın organlarında hükûmeti suçlayıcı yazılarla bildiriler dağıtan hükûmeti basiretsizlikle suçlayan cemiyet; 1896'da II. Abdülhamid'i devirmek için girişimde bulunsa da bu girişim teşebbüs aşamasında fark edilip engellendi. Yine de muhaliflere ağır cezalar yerine kitlesel olarak sürgün cezası uygulanmıştır. II. Abdülhamid dönemindeki en büyük ve kitlesel sürgün bu darbe teşebbüsü sırasında yapılmıştır. 1902-1903 yılında planlanan darbe girişimi ise gerçekleştirilemedi. İTC belli şartlar altında Abdülhamid'e muhalif bazı kimseler ve platformlarla da ortaklık yapmaktan çekinmemiştir. Bunlardan biri de ayrık görüşleri ile tanınan Prens Sabahattin'dir. Özellikle 1902-1903 gerçekleştirilemeyen darbe girişiminde Prens Sabahattin'inde İTC ile görüşüp planlama yaptığı belirtilmektedir. Ancak Prens Sabahattin'in dış desteklerinin özellikle İngiliz desteğinin olduğu düşünüldüğünde, bu gerçekleştirilemeyen vazgeçilen darbe girişiminde Yunanlılar, İngilizlerin yardım vadedip etmediği de ayrıca tartışma konusudur. 1908'de örgüt özellikle Rumeli'de gizli şekilde pek çok yerde örgütlenmiş haldeydi. Ordudan da pek çok genç subayı yanına çekmişti. 9 Haziran 1908'de Reval Görüşmeleri Rus Çarı ve İngiltere Kralı arasında gerçekleşti. Görüşmelerde Osmanlı topraklarında imparatorluğu reforma zorlama kararı çıksa da, anti-Alman cephesi kurulumu üzerine görüşmeler yapılıp bazı konularda anlaşma sağlanmasada; herhangi bir açıklama yapılmaması bu görüşmelerden Rus Çarı ile İngiltere Osmanlı topraklarının bölünmesi parçalanması üzerine gizlice anlaştı izleniminin İTC'deki bazı subaylar nezdinde doğmasına yol açtı. Bu durum ayrıca bazı İTC üyeleri ve yöneticilerince de kendi lehlerine kullanıldı. Zira İTC içindeki bir küçük grup Batılı fikir ve kavramların etkisi altında..., Osmanlı İmparatorluğu'nun, üzerine çöken yozlaşma ciddî tedbirlerle dizginlenmediği takdirde, batacağına inanmıştı” Bu durumu II. Abdülhamid'in pasif politikasına bağlayan bazı yöneticiler de ona karşı ayaklanma faaliyetlerini hızlandırmaya karar verdi. Bu da isyanı tetikleyen olaylardan biri oldu. Neticede 3 Temmuz 1908'de Resneli Niyazi Bey başta olmak üzere İttihat ve Terakkî yanlısı bazı subaylar Manastır ve Selanik kentlerinde ayaklandı. II. Abdülhamid en güvendiği generallerden Şemsi Paşa'yı görevlendirip ivedilikle hareket edip isyanı bastırmasını istedi. Bu isyan eden askerler ve İttihad Terakki üzerinde panik yaratsa da Şemsi Paşa'nın korumalarından en yakın tanıdıklarına kadar pek çok kişiyi İttihad Terakki saflarına katmıştı. Manastır'a isyanı bastırma için ulaşan Şemsi Paşa 7 Temmuz 1908'de yine İTC üyesi mülazım Atıf Kamçıl tarafından öldürüldü. Manastır Jandarma Komutanı Refet Bele'ye bu görev verildi ancak oda İTC üyesiydi ve oyalama görevi kendisine verilmişti. Sonrasında 10 Temmuzda bu iş için Müşir Tatar Osman Paşa II. Abdülhamid'ce görevlendirildi. Ancak orduda durum artık iyice İTC lehine dönmüş ve askerde disiplin namına bir şey kalmamıştı. 22-23 Temmuz 1908 gecesi Ohrili Niyazi Bey’in önderliğinde iki bin kişilik bir kuvvet, Müşir Tatar Osman Paşa’nın kaldığı konutu sarıp basar ve onu dağa kaldırır. Ortada İTC'yi Rumeli'de durduracak bir doğru düzgün II. Abdülhamid yanında subay kalmadığı gibi kimin II. Abdülhamid yanında, kimin İTC yanında olduğuna dair bir açıklık da kalmaz hale gelmiştir. Yaşanan bu baskılar ve olaylar üzerine II. Abdülhamid, 24 Temmuz 1908'de anayasayı yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı ve II. Meşrutiyet ilan edildi. Yapılan seçimlerle oluşturulan yeni meclis, 17 Aralık 1908'de açıldı.Ancak artan huzursuzluklar ve İttihat ve Terakkî muhaliflerinin baskıları sonucunda 13 Nisan 1909'da İstanbul’da isyan çıktı. Rumî takvimle 31 Mart günü patlak verdiği için bu isyan, 31 Mart Vak'ası olarak bilinir. Selanik'te kurulan Hareket Ordusu 23-24 Nisan gecesi İstanbul'a girerek isyanı bastırdı. İkinci Meşrutiyet dönemi ağırlıklı olarak İttihat ve Terakkî hükûmetlerinin yönetiminde geçti. Devlet yönetiminde İttihat önderleri Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa etkili oldu. Bu dönemde Osmanlı Devleti, Trablusgarp, I. ve II. Balkan Savaşları ve I. Dünya savaşlarına girdi. I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından VI. Mehmet, İtilaf Devletleri’nin baskısıyla 21 Aralık 1918'de parlamentoyu kapattı. 31 Mart Ayaklanması ve Tahttan İndirilişi (1909) küçükresim|upright=0.68|sağ|Bastırılan 31 Mart ayaklanmasında yakalanan isyancılar hapsedilmek üzere götürülürken küçükresim|150 px|right|1908'de tahttan alınan Sultan II. Abdülhamid'e görevden alındığında dair yazının tebliği sırasındaki hali gösteren sahne [[Dosya:Delegation to Abdul Hamid II.jpg|küçükresim|sol|upright=0.68|Meclis-i Mebûsan'ın II. Abdülhamid'in hal kararını bildirmek için görevlendirilen ve 27 Nisan 1909 Salı günü öğleden sonra sarayı ziyaret eden Arif Hikmet Paşa, Emanuel Karasu Efendi, Esad Paşa Toptani ve Aram Efendi'den oluşan dört kişilik heyet ile emniyet ve güvenliği sağlayan Albay Galip Bey (Pasiner)]] 12 Nisan'ı 13 Nisan'a bağlayan gece, Taksim Kışlası'ndaki Avcı Taburu'na bağlı askerler subaylarına karşı ayaklanarak kendilerine önderlik eden din adamlarının peşinde Heyet-i Mebusan'ın önünde toplandılar ve ülkenin şeriata göre yönetilmesini istediler. Hüseyin Hilmi Paşa hükûmeti isyancılarla uzlaşma yolunu seçti ve hükûmet üyeleri tek tek istifa etti. Normal olarak II. Abdülhamid'e bağlı başında Mahmut Muhtar Paşa'nın olduğu 30.000 kişilik Hassa alayı vardı. Ancak ne II. Abdülhamid ne Mahmut Muhtar Paşa bu alayları harekete geçirmediği gibi bu kuvvetlerin de bir kısmının asilere katılmaları önlenememiştir. Hatta asilerin baskısı ile Mahmut Muhtar Paşa istifa etmiş, konağı asiler tarafından abluka altına alınmıştır. Mahmut Muhtar Paşa bu kritik durumdan komşusu olan bir İngiliz’in evine kaçmış, oradan da İngiliz Sefaretine sığınmıştır. Hâlbuki bu isyanı bastırma görevi Hassa Ordusu komutanı bulunan Mahmut Muhtar Paşaya düşüyordu. Mahmut Muhtar Paşa’nın görünen dirayetsizliğinden cesaret alarak büsbütün şımaran asiler zapt edilemez bir çılgınlık içerisinde birçok gazete ve matbaayı tahrip etmişler, ellerindeki listeye göre insan avına çıkmışlardır. Meclis üyeleri İTC mensubu mebuslar İstanbul'dan uzaklaşırken bazıları da şehir içinde saklandı. Bu arada isyancılar, İttihatçı subayları ve mebusları buldukları yerde öldürüyorlardı. İttihat ve Terakkî, asıl güç merkezi olan Selanik'teki 3. Ordu'yu harekete geçirdi. Böylece isyanı bastırmak üzere Hareket Ordusu kuruldu.22 Nisan 1909 günü Yeşilköy’deki Yat Kulübü’nde toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Âyan da bir gece önce Yeşilköy'de toplanarak Hareket Ordusu'nun girişiminin meşruluğunu tasdik etti, II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesine de karar verildi. İsyancılar 23 Nisan'ı 24 Nisan'a bağlayan gece İstanbul'a girmeye başlayan Hareket Ordusu'na başarısız bir direniş çabasından sonra teslim oldular. Bununla birlikte 31 Mart İsyanı sırasında Selanik'ten gelen Hareket Ordusu'nun (Selanik Ordusu) bir kısım erlerinin disiplinsizlik gösterdiği Yıldız Yağması denen olayda Yıldız Sarayı'na girerek II. Abdülhamid'in kütüphanesine kitaplarına, eserlerine ve Yıldız sarayındaki değerli eşyalara zarar verip, çalıp yağmacılık ettiler. Bu suçla ilgili yargılama aradan ancak 10 yıl geçtikten sonra I. Dünya Savaşı İttihat ve Terakki Partisi lideri Enver, Talat ve Cemal Paşa'nın kaçması sonrası işgal altındaki İstanbul'da yapılmıştır. Ancak bu dönemde yağma edenleri cezalandırma amaçlı değil ittihatçılardan intikam alma amaçlı Damat Ferit Paşa hükûmetinin baskısıyla yargılama gerçekleşmiş, sonuçta suç delilleri aradan geçen zamanda ortadan kalktığından toplanamamıştır. Başta Nemrut Mustafa Paşa riyasetindeki I. Divân-ı Harb-i Örfî tarafından gerçekleştirilen muhakeme neticesinde Ayan azası Ferik Hüseyin Hüsnü, Galip ve Rıza Paşaların da dâhil olduğu pek çok şahıs “yağmagerlik” yaptıkları gerekçesiyle askerlik mesleğinden ihraç edilerek çeşitli cezalara çarptırılsa da bu kararın temyizi akabinde Divân-ı Harb-i Örfî’de tekrar gerçekleştirilen muhakeme neticesinde de 6 Ocak 1921 tarihi itibarıyla bütün zanlılar beraat etmişlerdir. [[Dosya:Abdul-Hamid villa Allatini.jpg|küçükresim|sağ|upright=0.91|Alatini Köşkü (Selanik, sürgün edilen Abdülhamid'in kaldığı köşk)]] 23-24 Nisan 1909 günü isyanın bastırılmasından sonra sıkıyönetim ilan edildi ve isyancıların önderleri divan-ı harpte yargılanarak ölüm cezasına çarptırıldılar. Muhalefet hareketi önemli kayıplara uğradı. Ama en önemli gelişme, Meclis-i Umumî Millî adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan'ın 27 Nisan'da resmi olarak II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesini, yerine V. Mehmed'in geçirilmesini kararlaştırmasıydı. Ayrıca II. Abdülhamid'in İstanbul'da kalması da mahzurlu bulunarak Selanik'e götürüldü. Divan-ı Harp, II. Abdülhamid'i yargılamak istediyse de yeni kurulan Hüseyin Hilmi Paşa hükûmeti bunu kabul etmedi. Üç sene Selanik'teki Alatini Köşkü'nde ev hapsinde tutuldu. Bu sırada, köşke gittiğinde yatacak yatak bulunmaması gibi sıkıntılarla karşılaştı. Burada II. Abdülhamid'in günleri genellikle roman okutturarak ve ağaç oymacılığı ile marangozluk yaparak geçmiştir. Abdülhamid ise hatıralarında kendilerine gazete verilmediğinden ve dünyadan habersiz yaşamış olduklarından şikayetçi olmuştur. İlaveten Abdülhamid'in yanında bulunan Şadiye Osmanoğlu subayların gerek babasına saygısız tavırlarından gerekse kimi zaman kendilerine yapılan hakaretlerden, kötü muamelelerden şikayetçi olmuştur. I. Balkan Savaşı'nda Yunan Orduları Selanik kapılarına dayanınca, II. Abdülhamid 1912'de köşkünden alınıp bir Alman gemisine bindirilip İstanbul'daki Beylerbeyi Sarayı'na getirildi. I. Dünya Savaşı başında güvenlik ve İstanbul'un işgal tehlikesinden Bursa'ya nakledilmesi istenmişse de bunu Çanakkale tahkimatlarını kendisinin de güçlendirdiği ve düşman gemilerinin geçebilmesinin son derece güç olduğu kardeşi Sultan Reşad'ın bu yönden kendisinin yakınlarının durumu ile ilgili endişelenmemesi gerektiğinden bahisle reddetmiştir neticede ölene kadar İstanbul'da kalmaya devam etmiştir. Ölümü [[Dosya:Grave of Abdülhamid II.jpg|küçükresim|150px|II. Abdülhamid'in II. Mahmud Türbesi içerisinde yer alan kabri.]] [[Dosya:السلطان عبد الحميد الثاني 1918.jpg|küçükresim|sol|150px|Sultan 2.Abdülhamid ölümünden birkaç gün önce iki torunu ve yaverleri ile Beylerbeyi Sarayı'nda çekildiği iddia olunan son fotoğrafı (1918)]] II. Abdülhamid, 10 Şubat 1918'de her ne kadar bazı tarihçiler zatürre veya veremden öldüğünü iddia etse de, son araştırmalara göre 75 yaşındayken kalp yetmezliği nedeniyle Beylerbeyi Sarayı'nın 8 nolu dairesinde öldü. Mezarı, büyük babası için Divanyolu'nda yaptırılmış Sultan II. Mahmud Türbesi'nde bulunmaktadır. Kişiliği Fizikî görünüşü ve şahsiyeti Abdülhamid uzunca boylu, esmerce tenli, uzunca burunlu, elâ gözlü, hafif kıvırcık sakallı idi. Zekâ ve hafızasının güçlü olduğu, açık bir tarzda konuştuğu, kendisine anlatılanları uzun müddet sabırla dinlediği söylenen Abdülhamid, oldukça dindar bir insandı. Kızı Ayşe Sultan, babasının dindarlığını şöyle anlatmıştır: Fransızca bildiği kadar 1893-1897 arasında Osmanlı topraklarında ABD büyükelçiliği yapan Terell'e göre İtalyanca'ya son derece hâkim olduğu söylenmektedir. Çalışma saatleri dışında hobi olarak marangozlukla uğraşırdı. Halkla teması az olsa da özellikle halkla görüşmesi cuma günleri, Cuma Selamlığı ile olurdu. Her Cuma kendi sarayına yakın yaptırdığı Yıldız Camii'ne gelen Sultan burada tebaası ve uluslararası toplum ile temas kurardı. Hasta bile olsa hep buraya cuma namazını kılıp görüşmeye gelirdi. Kendisine karşı 21 Temmuz 1905 günkü suikast girişimi de bu âdetini bilen Ermeni Taşnak örgütünce yine bir selamlık sırasında yapılmıştır. Öte yandan Mustafa Armağan Yıldız sarayında bir bayramlaşma sırasında kaza sonucu hemen yakınına düşen tonlarca ağırlıkta avize karşısında kalabalık paniklerken bile Sultan'ın kılını bile kırpmadan sakin kalabilmesi ve yine 1905 suikastinde patlayan bombaya panikleyen kitlelere rağmen sakin kalmasına binaen kendisinin cesur bir kişiliğe sahip olduğu iddiasındadır ; buna karşın Orhan Koloğlu ise onun buralardaki davranışlarının cesur kişilik özelliği olarak algılanamayacağı zira ne dedesi II. Mahmud, ne amcası Abdülaziz ne babası Abdülmecid kadar sultanın halkın arasına karışma gücünü göstermediğini belirterek burada sayılan eylemlerinde aktif değil pasif bir eylem olduğunu burada cesur değil bunun bir altı pasif hâli olan "metin" olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtir. Nitekim 1905 suikasti sonrasında yayınlanan bildirilerde dahi padişahın cesaretinden değil metanetinden bahsedilmektedir. İlaveten II.Meşrutiyet'in ilanı sırasında, Selanik sürgünününde kimi zaman zor kötü duruma düşse dahi padişahın metaneti açıkça görülmektedir. Bununla birlikte gençliğinde içki içerken sonrasında pek içki içmediği iddia edilmektedir. İçkiyi az neredeyse hiç içmemesinin nedeni Şehzadeliğinde Mehmet Reşad, V. Murad ile birlikte Şehzade V. Murad'ın Maslak'taki köşkünde içkili bir eğlence sonrası dönüş yolunda sarhoş halde iken atlarının ürkmesi ile 1859'da geçirdiği kazadır. Kulaklarında belli işitme sorunu bulunmakta bu işitme sorununun nedeninin o kazaya bağlı olduğunun Sultanca düşünüldüğü iddia olunmaktadır. Ancak keş alkolik derecesinde olmasa da arada sırada rom içkisini çok sevdiği için içtiği kendi torunu Ertuğrul Osman Osmanoğlu ve bazı kaynaklarda iddia edilmektedir: Kendisi kahve ve sigara tiryakisidir. İlaveten Türk tütünüyle yapılan Amerikan sigarası Ateshian'ın tiryakisiydi. Paraya çok düşkün olmasına karşın basit giyinirdi. Bireysel hayatında tutumludur. Louis Vouitton marka bavulları kullanırdı. Padişahlığında yanında bulundurduğu bastonu aynı zamanda bir kama ve hançer olarak kullanılmak üzere silahtı ve her zaman paltosunun cebinde ateşlenmeye hazır bir tabanca taşırdı. II. Abdülhamid kelebek, kuş, böcek, tablo, fotoğraf gibi çeşitli eserlerin koleksiyonculuğunu da yapmaktaydı. Hatta bu koleksiyonlarını da çeşitli amaçlarla kullandı. Mesela Sultan II. Abdülhamid koleksiyonunda yer alan fotoğraflardan yapılmış albümleri diplomatik armağan olarak ülkelere göndermiştir. Bu vesile ile 1819 fotoğraftan oluşan 51 ciltlik albümü hediye olarak 1893-1894 yıllarında Amerikan Kongre Kütüphanesi ve Londra’da Britanya Kütüphanesi’ne göndermiştir. Bir anlamda Sultan fotoğraf albümleri aracılığıyla imparatorluğunun modernleşen yönünü Batı’ya tanıtmak, kendi rejiminin propagandasını yapmak istemiştir. Tablo koleksiyonunu ise Yıldız Sarayına gelen diplomat, Alman Kralı ve elçileri etkilemek için kullanmıştır. Kimi zaman bu misafirlerine küçük resimler de hediye etmekten çekinmemiştir. Öbür yandan pırlanta biriktirmeyi severdi ki bu pırlanta koleksiyonu tartışmalı servetinin öğelerinden biridir. Şadiye Osmanoğlu, babasını sürgüne götürdüklerinde odasındaki sigaraları topladığını ve babasının sevdiği özel sigaraları olduğunu söylemiştir. Sigaradan sonra su içtiği için babasının su çantasını da almıştır. Ancak Abdülhamid, bu su çantasının içinde su olmadığını söylemiştir. Bu çantanın içi, elmaslarla doludur. Anahtarını da sürekli kendisi üzerinde taşımıştır. Abdülhamid, kızına küçük bir hediye de ananas içine elmaslar koyarak vermiştir. Yine Yıldız Sarayı'nın içinde bir hayvanat bahçesi bulunmaktadır. Genelde gri renkli bir palto giyer ve hafif yakası kabarık bir din adamı görüntüsü kendine verirdi. Ancak esasında bu paltoyu yanında taşıdığı tabancasını saklamak için kullanırdı. Leylak ve menekşe karışımı parfüm kullanırdı. Abdülaziz sonrası, Yıldız Mahkemeleri sırasında Yozgatlı Mustafa Pehlivan'ı da yargılayıp Taif'e sürüp İstanbul'da bir süre güreşi yasaklasa da; İstanbul'daki güreş yasağı, 2. Abdülhamid’in bütün saltanat yıllarını, özellikle 1890'dan sonraki seneleri kapsamamıştır. 1890 ve sonrasında Padişah, güreş yanı sıra diğer spor faaliyetlerine de yumuşak ve olumlu bir tutum içine girdi. Nitekim ilk Türk spor kulübü olarak 1903’te Beşiktaş Bereket Jimnastik Kulübü’nün kurulması bunun örneğidir. Zira Yıldız Sarayı'nın bulunduğu Beşiktaş, o tarihlerde 2. Abdülhamid'in güvenliğine en çok ilgi gösterdiği bölgeydi. Orada spor toplantısına ve kulüp oluşturulmasına izin vermesi, spor faaliyetlerinde şüpheli şey görmedikçe toplantılara karşı olmadığını kanıtlamaktadır. Ülke genelinde İstanbul'da Kırkpınar dahil spor müsabakalarına izin vermiş hatta Rusların ünlü pehlivanı Pytlasinsko'yu mağlup eden Kara Ahmet pehlivan gibi bir kısım güreşçileri saraya davet etmiş, ayrıca nişan vererek ödüllendirmiştir. 1905'de Galatasaray, 1907'de Fenerbahçe Spor Kulübünün kurulmasına da kendisi izin vermiştir. Gençliğinde binicilik, yüzme, atıcılık, güreş gibi sporlar yaptı. Tiyatro ve operaya ilgi duyardı. Bununla ilgili olarak kendi ağzından doğu müziği yerine batı müziği sevgisini kendisi şu şekilde ifade etmiştir: II.Abdülhamid Yıldız Sarayı'nda yaptırdığı tiyatroda çeşitli oyun ve operaları hususî olarak getirtir ve ailesiyle birlikte seyrederdi, kendisi babası Abdülmecid'i müzikte örnek almaya çalışmıştır. Ancak hiçbir zaman onun seviyesine erişememiştir. Zira musikiyi bir sanat olarak değil, bir eğlence unsuru olarak görmüş, sarayda musikinin gelişmesi için ileriye dönük hiçbir yeterli çalışma yapmamıştır. En sevdiği çalgılar piyano,keman ve viyolonsel idi bu çalgıları çalan sanatçıları el üstünde tutardı. Mesela Kemancı Vondra Bey'i kendisi Paris'e gönderip yıllarca eğitim almasını sağlamıştır. Buna karşın ana enstrümanı flüt olan Saffet Atabinen gibi müzikal kabiliyeti yüksek, 1908'de mızıkayı hümayun'un başına geçecek birini sadece 1 yıl için Paris'e göndermiştir. Başkada yurtdışına gönderdiği kişi yoktur. Viyolonsel çalan Hacı Arif Bey’in oğlu Tamburî Cemil Bey’e de çok değer verdiği, gözde sanatçısı olduğu bilinmektedir. Cemil Bey’den özellikle viyolonsel ile sık sık sevdiği küçük romantik parçaları çalmasını isterdi. 1887 yılında kemancı Vondra Bey Paris’ten döndüğünde, Abdülhamid, sarayda sanatçı onuruna bir davet vermiş ve bu törende hazır bulunmuştur. Toplantıda şehzadelerinden Burhaneddin Efendi (piyano), Abdürrahim Efendi (viyolonsel) ve Tevfik Efendi (keman) küçük bir konser vermişlerdir. Kendi şehzadelerinin de müzik eğitimi, birer müzik aleti çalması için çaba sarf etmiştir. Her ne kadar batı müziği kadar pek bir hevesi olmasa da Türk Sanat Müziğini elden geldiğince koruyup himaye eden son Osmanlı Padişahıdır. Hacı Arif Bey'in şarkılarını ve okumasını sevdiği bu yönde oğlu Tamburi Cemil Bey'in Mızıkayı Hümayun 'da Viyolonsel Bölümüne yazdırıp yetiştirilmesine ön ayak olduğu bilinmektedir. Zira Arif Bey, onu şehzadeliğinde kucağında taşıyacak kadar hanedana yakın bir müzisyendi. Yılmaz Öztuna bu yakınlığı şöyle anlatmaktadır: Ancak yine de Arif bey'in ömrünün son döneminde Abdülhamid'e ufak bir küskünlüğünün olduğu bilinmektedir. Diğer önemli himaye ettiği besteciler Dede Efendi'nin torunu muhayyerkürdi makamını ilk defa kullanan Rifat Bey (1820- 1888), İsmail Hakkı Bey (1866-1927) dir. Abdülhamid II döneminin diğer ünlü Türk Müziği bestekarları; Zekai Dede Efendi (1825-1897), Giriftzen Asım Bey (1852-1929), Hacı Faik Bey (1831-1891), Rahmi Bey (1865-1924), Rauf Yekta bey (1871- 1935), Lemi Atlı (1869-1945), Dr. Suphi Ezgi (1869-1962) II. Abdülhamid tarafından önemli resmi görevlere getirilmiştir. Bunun yanında II. Abdülhamid 1876'da Yesarizade Necip Ahmed Paşa'ya Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk sözlü ve tahta kaldığı 1876-1909 yılları arası milli marşı olan Hamidiye Marşı'nı besteletmiş, güftesini de Notacı Hacı Emin Bey'e yaptırmıştır. İdam cezasını sevmediği, kısmı hariç bu konudaki bilginin tamamı yanlıştır. Zira son yapılan araştırmalara göre 1876-1908 arası siyasi suçlular dışında toplam 130 adet verilen idam cezasının sadece 1'inin infaz edilmeyip küreğe çevrildiği 129'unun infaz edildiği görülmektedir. Bu durumda II. Abdülhamid'in siyasi suçlular dışında bir zümrede ceza hafifletmesine girişmediği gözükmektedir.Ancak 1896 yılındaki umumi af gibi sıklıkla af çıkarmıştır.Fakat bu afları genelde siyasi suçlular için ilan etmiştir. Panislamizm düşüncesi küçükresim|1897'de 1898'e kadar Kâbe'nin Tevbe Kapısı'na asılan kitabeden bir örnek. II. Abdülhamid'in Osmanlı İmparatorluğu döneminde Mısır'da yapılmıştır. Onun adı Kuran'dan bir ayetin ardından beşinci satıra iliştirilmiştir. Her ne kadar bu yönde tartışmalar sürse de genel savunulan görüşlerden biri II.Abdülhamid'in, Tanzimat'ın fikirlerinin imparatorluğun farklı halklarını Osmanlıcılık gibi ortak bir kimliğe getiremeyeceğine inancı ile hareket ettiği yönündedir. Bu görüşe göre yeni bir ideolojik bir görüş olarak Ümmetçilik (İttihad-ı İslam) yani Panislamizm görüşünü II. Abdülhamid benimsemiştir. 1517'den itibaren Osmanlı padişahları da ismen halife olduğu için bu gerçeği yaymak istemiş ve Osmanlı Halifeliğini vurgulamıştır. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki büyük etnik çeşitliliği gördü ve Müslüman halkını birleştirmenin tek yolunun İslam olduğuna inanıyordu. Avrupa güçleri altında yaşayan Müslümanlara tek bir yönetim biçimi altında birleşmelerini söyleyerek Panislamizm'i teşvik etti. Bunu Arnavut, Boşnak Müslümanlar aracılığıyla Avusturya'ya, Tatarlar ve Kürtler aracılığıyla Rusya'ya, Faslı Müslümanlar aracılığıyla Fransa'ya ve Hint Müslümanlar aracılığıyla İngiltere'ye olmak üzere birçok Avrupa ülkesine karşı bunu silah olarak kullanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nda yabancıların etkin bir yönetime engel olan ayrıcalıkları kısıtlandı. Saltanatının en sonunda, stratejik olarak önemli İstanbul-Bağdat Demiryolu ve İstanbul-Medine Demiryolu'nun inşasına başlamak için nihayet fon sağladı ve Hac için Mekke'ye seyahati daha verimli hale getirdi. Görevden alındıktan sonra Jön Türkler tarafından her iki demiryolunun da yapımı hızlandırılmış ve tamamlanmıştır. Misyonerler, İslam'ı ve Halife'nin üstünlüğünü vaaz eden uzak ülkelere gönderildi. Pan-İslamizm politikası o dönemi değerlendiren batılı bazı tarihçilere göre önemli bir başarıydı. Zira Yunan-Osmanlı savaşında sadece Türkler değil birçok Müslüman halk zaferi kutladı ve Osmanlı zaferini Müslümanların zaferi olarak gördü. Savaştan sonra Müslüman bölgelerde çıkan ayaklanmalar, lokavtlar ve Avrupa'nın sömürgeleştirilmesine karşı çıkan itirazlar gazetelerde yer aldı. Öte yandan II. Abdülhamid “Batıda Müslüman Arnavutları, güneyde Müslüman Arapları ve doğuda Müslüman Kürtleri devletin sınırları içinde tutmaya çalışmıştır. Bunu ancak aşiretler aracılığıyla yapabileceğini bildiğinden Arnavutlar için “Saray Muhafız Alaylarını”, Arap aşiretler için “Aşiret Mektebini” ve Kürt aşiretler için “Hamidiye Alaylarını” kurmuştur. Doğu Anadolu'da bir kısım ümmetçi görünüm altında eğitim vs. yatırımları,aşiretlerden bir kısım kimseleri kendi nüfuzuna alması Kürtler arasında kürtlerin babası (Bave Kürdani) diye anılmasını bile sağladı. Bu arada Güney Afrika, Hindistan, Endonezya ve Japonya dahil çeşitli ülkelere İslamı yayma adı altında din adamları ve dini kitaplar gönderildi. Güney Afrika'da 1882'de Abdülhamid'ce inşa ettirilen Nur-ul Hamidiye Camii ve 1905 ile 1906'da buraya 2 defa gönderilen İstihbaratçı aynı zamanda din adamı Muhammed Ali Efendi ve Endonezya'ya gönderilen ve Hollanda'nın sonrasında Açe Sultanlığı'na gizli yardım ettiğinden bahisle geri çağrılmasının istenmesi akabinde geri çağrılan Mehmet Kamil Bey buna örnek verilebilir. II. Abdülhamid İslamcı görüntüsü ve Müslümanların koruyucusu imajını güçlendirmek amacıyla sıklıkla Avrupa'da da güç gösterileri ve İslam sembollerine aykırı piyesleri yasaklattırma uğraşısı da vermiştir. 1741'de meşhur Fransız yazar Voltaire (1694-1778) tarafından kaleme alınan ve 1800'lerin sonlarında Paris'te sahneye konan "Muhammed yahut Taassub" isimli, Muhammed'e hakaret içeren eseri durdurmak amaçlı işi siyasi boyuta taşıyacağı yönünde Fransız hükûmetine 1881'de çekilen protesto notaları ile kaldırtılmasının sağlanması, aynı şekilde Henri de Bornier'in 1888'de yazdığı Muhammed isimli oyununun 1890'da kaldırılması, İngiltere, ABD vs. ülkelerde gösteriminin engellenmesi Bolirci Fabris'in "II. Mehmed" adlı, Fatih Sultan Mehmed'i kötüleyen oyununun değiştirilmesi veya gösterimden kaldırılması için yaptığı çabalar Hint Müslümanlar ve İngiltere'deki Müslümanlardan takdir almasını sağlamıştır. Bu uğurda Fransa'da Osmanlı protesto notasını ciddiye alıp Bornier'in eserini yasaklatan Fransız Cumhurbaşkanı Sadi Carnot'a Mecidiye nişanı bile kendisi vermiştir. Yine II. Abdülhamid'in Müslüman duygularına yaptığı çağrılar, imparatorluk içindeki yaygın hoşnutsuzluk nedeniyle her zaman çok etkili olmadı. Mesela Ortadoğu'da Kuveyt, Bahreyn gibi Arap emirliklerindeki sorunlar giderilemedi, aksine isyanlar baş gösterdi; Yemen'de de benzer bir durum söz konusu oldu 1870'de isyan çıkan Yemen'de bunun sonrasında II. Abdülhamid döneminde 1911'deki isyan öncesinde 1886, 1895-1897, 1904-1906'de olmak üzere büyük isyanlar görüldü ve bu isyanlar özellikle 1904-1906 Yemen isyanı güçlükle bastırıldı. Yine başkente daha yakın, orduda ve Müslüman nüfus arasında bir sadakatin varlığı ayrıca bir baskı ve hafiyelik sistemi ile sağlanabilmişti. Bunun yanında II. Abdülhamid'in Said Nursi gibi bazı din adamları ile ters düştüğü, Mısır'da Müslüman Kardeşlerin düşüncelerinin ideologlarından ikisi olan Cemaleddin Efganî'yi İstanbul'a getirip ona bazı İslam ile ilgili raporlar düzenlettirse de Panislamizm konusunda benzer düşüncelerine karşın göz hapsinde tutturduğu ölümüne kadar İstanbul'dan ayrılmasına izin vermediği ve haberleşmesine sınırlamalar getirdiği, Muhammed Abduh ile aralarında sorunlar olduğu bilinmektedir. Ayrıca Panislamist görüşü savunan o dönemin gazetecisi Mizancı Murad ile de sorunları bulunmaktadır. Osmanlı Türkçesinde yaşanan sorunlar akabinde Arap harfleri yerine Latin harflerinin kullanımı konusunda da ciddi tartışmalar yaşandığı, II.Abdülhamid'in bu konuda şahsen bir çalışma başlatıp ancak gelebilecek tepkilerden çekinilmesi neticesinde bu çalışmalardan vazgeçtiği, Osmanlı Türkçesinde yazı dilince Arapça ve Farsça halkın anlamasını zorlaştıran kelimeler yerine Türkçe kelimelerin kullanılması yönünde talimatlar gönderdiğine dair iddialar da bulunmaktadır. Bunun yanında medreseler yerine modern eğitim kurumlarında eğitimi kendisi desteklemiş ve bu yönde okullar açmış, müfredatlarının modernleşmesine gayret göstermiştir. Yine tarihçi Metin Hülagü, Fatih Altaylı'nın Teke Tek Programında 1 Temmuz 2020 Tarihli demecinde kendisinin muhafazakar bir çizgiside olsa açık saçık bile olsa operet ve tiyatroları dinleyip ilgi gösterdiğini ve yine Alman Kayzeri II. Wilhelm'in İstanbul ziyareti sırasında kendisini ve eşini karşılayıp, eşinin koluna girip ayrı bir arabaya kendisi ile birlikte oturup, ilgili yere gidene kadar sohbet edecek kadar siyasi ve diplomatik ama o günkü beklenen muhafazakarlık anlayışının dışında bir harekette bulunduğunu bu yönden modernlik ve açık fikirliliğinin söz konusu olduğundan söz etmektedir. Projeleri ve icraatları Ordu ve donanma 2.Abdülhamid özellikle Osmanlı'nın Çanakkale'deki tabyalarını ve savunma birliklerini güçlendirmiş ve yeni tabyalar inşa ettirmiştir. Bu güçlendirme faaliyeti 1.Dünya Savaşı'nda Çanakkale zaferinin kazanılmasındaki etkenlerden biri olmuştur. Öte yandan 1878'de Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisiyle sonuçlanan 93 Harbi'nden sonra, Kıbrıs ve Mısır'ın İngilizlerce ve Tunus'un Fransızlarca işgali, Habeş vilayetlerinin elden çıkması akabinde Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı Ordusu'nun modernleşmesi ve ekonomik askeri işbirliği için İngiltere - Fransa yerine Almanya ile işbirliğine karar verdi. Aralarında Albay Kähler sonradan Müşir rütbesi verilecek olan Baron Von der Goltz'un başkanlığını yapacağı Alman askerî subay kurulu İstanbul'a geldi. Von der Goltz, askerî okullarda köklü düzeltmeler gerçekleştirip genç subayların yetiştirilmesi için ön koşulları saptadı.Goltz'un çalışması Türkiye'de önemli engellerle karşılaştı. Yabancı bir uzmana ne kadar yüksek rütbe ve unvanlar verilse de, güven tam değildi. Bununla beraber Goltz özellikle genç subayların eğitiminde etkin rol oynadı. 12 yıllık ilk çalışma döneminde, Harbiye Mektebinde ders kitabı olarak okunmak üzere, 4000 sahifeden fazla Türkçe broşür ve ders kitabı yayınladı.Kontratı 1897'ye kadar 3 defa uzatıldı. Özellikle eğitim gören genç subaylar ve subay adaylarını etkilemeyi bildiğinden, bu gruplarda Alman hayranlığı yarattı. Kısaca Von der Goltz, Türk generallerinin günümüze kadar dayanan, herkesten daha çağdaş yöntemlerle eğitilmiş olma ve en yeni askerî teknolojileri takip etme bilincinin temel taşını meydana getirdi. Her ne kadar Almanya'ya gününü gününe Osmanlı ve Sultanın durumunu bir casus gibi haber verme ve diğer Alman subayları ile aynı şekilde Alman sanayi ve silah acentelerinin temsilcisi olmakla suçlansa da, II.Abdülhamid ile sorunlar yaşasa da , ilk Alman askeri heyetinin başındaki Albay Kähler’in ölümü üzerine 1885 yılında İstanbul'a gelen -esasında Alman Genel Kurmayında sevilmeyip buraya gelmeyi tercih eden- Von Goltz Türklerce Kahler'den ve gelen diğer Alman subaylardan daha fazla sevilip sayılmıştır. Öyle ki Türkiye'den ayrılana kadar tam 3 kere kontratı Osmanlı'nın istemi üzerine yenilenmiştir. Türkiye'den ayrılsa da 1908'de geri çağrılmıştır. Bununla birlikte bu subaylar Osmanlı ordusunu geliştirmekten çok Alman silah sanayi ve acentelerinin temsilcisi olmakla da çeşitli Türk tarihçilerince suçlanmışlardır. Mesela İlber Ortaylı'ya göre : Yine devamında İlber Ortaylı Almanların, Türk Silah Sanayisinin gelişmesini engellemesini bu hatasını padişahın fark edememesini de şöyle eleştirmekteydi: Kısacası II. Abdülhamit'in Osmanlı kara ordusunu modernleştirmeye çalışmakla birlikte hatalar yaptığı Türk silah sanayisinin gelişmesi için yeterli adımları atmadığı silah sanayini Alman sanayi mallarına terk ettiği tarihçilerce belirtilmektedir. Öte yandan II. Abdülhamid'in ordu üzerinde yeterli reformları yaptırmadığı ve önerileri dinlemeyip rafa kaldırdığı hatalar yaptığı aynı Von der Goltz tarafından şu sözlerle ifade edip ağır şekilde eleştirilmiştir: Bununla birlikte, Von Goltz'un Prusya anayasasının bir diğer temeli olan askerlerin sivil siyasete karışmama ilkesini aşılamakta başarılı olamadığı, Bâb-ı Âli Baskını ile ortaya çıktı. küçükresim|upright=1.36|II. Abdülhamid devri demir yolları Bununla birlikte ordunun von der Goltz tarafından yeniden yapılandırılmasıyla birlikte Osmanlılar, İngiliz silahları yerine, Krupp ve Mauser gibi Alman şirketlerine ilk kapsamlı silah siparişlerini 1885-1886 yıllarında verdiler. Von der Goltz, Almanya'nın ve Osmanlı Devleti'nin doğudaki erkini sağlama almak için Bağdat tren yolunun yapılmasını da destekledi. Bu fikir, yeni pazarlar bulmak için tren yollarının yapılmasını destekleyen Alman ekonomisinin çıkarlarıyla da örtüşüyordu. 1888 yılında Sultan II. Abdülhamid, Bağdat tren hattı inşası lisansını Alman Bankası Deutsche Bank tarafından yönetilen bir Alman konsorsiyumuna verdi. Osmanlı Ordusu'nun çağdaş silâhlar kullanmaya başlaması, Alman düzeni 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda da test edilmiştir. Savaş Osmanlı lehine sonuçlanmış, Osmanlı Ordularının Atina'yı tekrar ele geçirmelerine ancak Rus Çarı II. Nikolay'ın ve İngiltere Fransa vs.'nin araya girip Sultan II. Abdülhamid'in zaferini tebrik etmekle birlikte haber gönderip ateşkes yönünde baskı yapmaları engel olmuştur. Ancak bu yapılanlara karşın 1906 itibarıyla ordunun organizasyonunda Alman subayların ve II. Abdülhamid reformlarının başarılı olduğundan da söz edilemez. Modern ve özverili bir askerlik sanatı anlayışının uygulanabilmesi subayların uygulama beceri ve arzularına bağlı olmasına karşın, II. Abdülhamid döneminde -hem nicelik ve nitelik hem de askerî hareketlilik bakımından diğer bölge ordularına göre subay kadroları daha iyi bir seviyede olan- Makedonya’daki İkinci ve Üçüncü ordu subaylarının hatıratı incelendiğinde; kıtadaki Osmanlı subaylarının yeterli bir yetişmişlik seviyesinde olmadıkları, gerekli inisiyatifi alarak hareket edebilecek subay sayısının çok az olduğu, Osmanlı nizamiye ve redif birliklerinin talim ve terbiye durumunun büyük bir ihmal içinde olduğu, talimlerin çoğunlukla muharebenin icap ettirdiği şekillerden uzak kaldığı, subaylar tarafından askerlerin duygularına/düşüncelerine nüfuz edilemediği ve sonuç olarak Osmanlı ordusunun savaş döneminde etkin bir muharebe performansı sergileme imkânının zayıf bulunduğu, nitekim bu durum -II. Meşrutiyet devrinde ordunun muharebe performansını zayıflatan diğer siyasi ve askerî nedenlerin/olayların da dahliyle- 1912-13 Balkan Savaşları sırasında ortaya çıkmıştır. Bunun yanında, II. Abdülhamid döneminde kara ordusundaki yenilikçi yaklaşımlar ne yazık ki donanma için geçerli olmamıştır. Borçların artmaması, genel durum, bir kısım tarihçilere göre II. Abdülhamid'in amcası Abdülaziz'in tahttan alınması esnasında Osmanlı Deniz Kuvvetlerinin personelinin de önemli rol oynamasından kaynaklanan kuruntular, kötüleşen mali durum ile (zira gemiler hep borçlarla alınıyordu) Osmanlı donanmasının gücü azaldı. Dahası donanma Haliç'te adeta çürütüldü. Yeni gemide doğru düzgün alınmayınca Osmanlı Donanması sayı bakımından Dünya'nın 3.büyük donanması konumundan iyice gerilere düştü. Yine de donanmaya bazı eklemeler yapılmamış değildir. Fakat bu donanmaya yapılan eklemelerde yapılan hatalarla bakımsızlıkla bir işe yaramamıştır. Mesela İsveçli silah fabrikatörü Thorsten Wilhelm Nordenfelt buhar gücüyle çalışan Nordenfelt serisi denizaltıları 1884-85’te Stockholm'de üretildi. Nordenfelt 1 denizaltısının Yunanistan donanması tarafından satın alınmasının ardından, II. Abdülhamid karşı bir atağa geçti. Nordenfelt 2 (Abdülhamid) ve Nordenfelt 3 (Abdülmecid) de Osmanlı donanmasına II. Abdülhamid tarafından satın alınarak Osmanlı donanmasına dahil edildi. Bu dönemde Dünya'da ilk defa Osmanlı tarafından denenen Abdülhamid ve Abdülmecid zırhlı denizaltıları denemelerde başarılı olmuştur. Ancak ne yazık ki bakımsızlık ve teknolojik yenilemelerinin düzenli yapılamamasından bu denizaltılar 1905 sonrası kullanılamamış, resmen çürümeye terk edilmiştir. Sonrasında da Osmanlı Devleti denizaltı yarışına I. Dünya Savaşı'nda elinde tek denizaltı bile olmadan devam etmiştir. küçükresim|upright=0.68|sol|Osmanlı'nın aldığı Norfelt denizaltılarından biri (1886) Netice olarak bozuk ve kötü durumdaki donanma 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda bir varlık gösteremediği gibi II. Abdülhamid sonrasında ise Trablusgarp Savaşı'ında İtalya donanması ile başa çıkılamaması ve I. Balkan Savaşı'nda pek çok Ege adasının kaybedilmesine zemin hazırlamıştır. Ayrıca bu durum kendi döneminde de, a) Tunus ve Mısır'ın işgalini kolaylaştırmıştır; b) Büyük Güçlerin Girit İsyanı Müdahalesi ile Girit'in fiilen Osmanlı elinden çıkmasına neden olmuştur; bunun yanında c) 1901 Fransa'nın kendi tabiyetindeki 2 Levanten ailenin borçlarının ödenmediğinden bahisle Midilli adasını işgali, d) 1903 ABD Beyrut Limanı ablukası, İzmir'e gemi göndermesi; e) 1904 ABD'nin savaş gemisi yollayıp tutuklanan vatandaşlarının serbest bırakılması talebi, f) 1905 Beş büyük gücün Midilli ve Limni adalarını işgal ederek Makedonya'daki şartları kabul ettirmesi, olaylarındaki örnekler gibi donanma gönderip çeşitli yerlere asker çıkarıp şartlarını zorla kabule bu yönde tehdide yönelik Osmanlı'ya karşı gambot diplomasisi uygulamasını da iyice kolaylaştırmıştır. Bununla birlikte ilk deniz müzesi de bu dönemde açıldı (1897). En uzun süre bahriye nâzırlığı yapan ama ağır şekilde eleştirilen Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa döneme damgasını vurmuştur. Kitap koleksiyonu, kütüphanecilik ve müzecilik alanındaki faaliyetleri küçükresim|upright=0.82|sağ|II. Abdülhamid (1908) Abdülhamid, matbaa ve yayın işlerine çok meraklıydı. Modern matbaa makinelerini Osmanlı'ya getirtip kaliteli divan eserleri bastırdı. Mesela Cem Sultan Divanı'nı bastırıp bazı nüshalarını Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı'na, Almanya'ya ve Amerika'ya gönderten Abdülhamid, dedektif romanlarına ve seyahatnamelere çok meraklı bir padişahtı. Abdülhamid'in iki ile beş bin adet arasında olduğu rivayet edilen bir polisiye roman koleksiyonu vardı ve bunların birçoğu Yıldız Yağması sırasında ortadan kayboldu. Sherlock Holmes'un bütün maceralarını eksiksiz olarak Osmanlıcaya tercüme ettirmişti. Sherkock Holmes'un yazarı Sir Arthur Conan Doyle'u ise 1907'de 2.Dereceden Mecidiye Nişanı ile ödüllendirdi. Abdülhamid, Yıldız Sarayı'nda çok büyük bir kütüphane kurdurtmuştu. Bu kütüphane dört bölümden meydana geliyordu. Bunlar arasında yabancı dillerde Türkiye ile ilgili yazılmış eserler vardı. Bu eserlerin içerisinde el yazması pek çok kitap olup özel olarak tercüme ettirilerek telif hakkı ödenmişti. Dolayısıyla bunları basmak ve dağıtmak yasaktı ve tek nüsha idiler. Gazeteler konusunda kütüphane, Avrupa'da çıkan bütün önemli gazetelere aboneydi. Dolayısıyla son derece zengin bir süreli yayın koleksiyonu mevcuttu. Roman ve hikâyeler bakımından 6.000 kadar kitap özel olarak saray için tercüme edilmişti. Bu romanlar haremde de okunur ve elden ele gezer, sonra kütüphaneye teslim edilirdi. Mesela Carmen Silva'nın bütün eserleri mevcuttu. Kütüphanenin bir de Arapça ve Farsça eserleri ihtiva eden kısmı vardı. Fakat bu kısım diğerlerine nazaran fakirdi. Coğrafya ve seyahatnameler konusunda Yıldız Sarayı'na kapanmış bir hayat süren Abdülhamid'in Dünya'yı bu eserler sayesinde tanıdığı ve takip ettiği söylenir. Sadece Yıldız Sarayı değil, İstanbul’da ve Şam’da bir umumi kütüphane kurma fikri de onun zamanında ortaya konulmuştur. Yine bu dönemde Balıkesir, Eskişehir, Manastır ve Bursa başta olmak üzere İmparatorluğun dört bir yanında II. Abdülhamid tarafından çeşitli kütüphaneler tesis edilmiştir. Müze-i Hümayun (Eski Eserler Müzesi), Askeri Müze, Bayezid Kütüphane-i Umumisi de kendisi döneminde kurmuştur. Yine arkeolojik alanda Eski Eserler Müzesine (Müzei Hümayun) müdür olarak ilk defa bir türk Osman Hamdi Bey onun zamanında seçilmiş ve kendisi kollanmış, Osman Hamdi Bey II. Abdülhamid'e danışmanlıkta etmiş ve Nemrut Dağı, Lagina, Myrina ve Kyme gibi Anadolunun çeşitli yerlerinde arkeolojik sit alanlarında çeşitli kazılarda yapmıştır. Ancak ne yazık ki diğer yandan Osmanlı Topraklarından Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz dönemindeki gibi onun döneminde de yurtdışına kaçırılan tarihi eser olayları hız kesmeden devam etmiştir. Bununla da kalmamış II. Abdülhamid arkeoloji konusunda ne yazık ki çeşitli gafletlere düşmüştür. Ne yazık ki içlerinde Milet Pazar Yeri Kapısı, Milet Trajan Tapınağı, Millet Mermer Anıtı, Magnesia Zeus Tapınağı elemanları, Asarhaddon Anıtı, İştar Kapısı, Myrina Heykelcikleri, Zincirlihöyük kazılarındaki Hitit kabartmaları gibi paha biçilmez Hitit, Yunan-Roma dönemi eserleri II. Abdülhamid'in bizzat fermanıyla veya izniyle sözde arkeoloji çalışması için antik kentlerde kazı yapan Almanlara, Fransızlara verilmiştir. Aynı şekilde Beyhekim Camii Çini Mihrabı, Hacı İbrahim Veli Türbesi Sandukası gibi paha biçilmez Türk-İslam eserleri onarım vs. bahanelerle bizzat II. Abdülhamid'in izni ile Almanya'ya götürülmüş, geri alınamamış, şu an Pergamon Müzesi'nde sergilenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Abdülmecid ve Abdülaziz devrinde olduğu gibi II. Abdülhamid döneminde elden çıkan bu eserleri alabilmek için bir asırdan uzun zamandır hukuk mücadelesi vermektedir. Eğitim küçükresim|sağ|upright=0.91|Aşiret Mektebi öğrencilerinin toplu halde çekilen bir sınıf resmi İlk kız okulları, 2. Abdülhamid değil, Abdülmecid zamanında açılmıştır ; ancak II. Abdülhamid'in bunları yaygınlaştırıp kızların da eğitim almasına çalıştığı söylenebilir. Bununla birlikte, ilk kız sanat okulu olan günümüzde ise kız erkek karma eğitimin yapıldığı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi adını alan İnas Sanayi-i Nefise Mektebi II. Abdülhamid zamanında kurulup, açılmıştır. Bilgili bir kişi olan Abdüllatif Suphi Paşa'nın ilk defa bir kız sanat okulu açma girişiminde kararsız kalması ve titizlenmesi üzerine Abdülhamid, "Sen mektebi aç, ben arkandayım" diyerek açıktan destek vermiş ve çevresini her zaman kızların okuması için ilk adımları atmaya özendirmiştir. Osmanlı tarihinin en canlı eğitim atılımı Abdülhamid dönemine rastlar. Tahta geçtiği yıl 250 olan rüştiye sayısı, 1909'da 900'e, altı olan idadi sayısı 109'a çıkmıştır. 1877'de İstanbul'da sadece 200 modern ilkokul varken 1905'te 9.000'e çıkmıştı. Yine eğitim kurumlarının müfredatları da elden geldiğince II.Abdülhamid döneminde elden geçirilip güncellenmeye çalışılmıştır. Bunun yanında II. Abdülhamid şehzadeliğinden beri ekonomi ile ilgiliydi ve bu ilgisi saltanatında da sürdü. Mekteb-i Mülkiye’de iktisat derslerinin programını bizzat kendisi belirliyordu. Osmanlı’da liberalizmin öncüleri; Sakızlı Ohannes Paşa’nın "İlm-i Servet" ve idadilerde okutulan Mehmet Cavit’in "İlm-i İktisat" favori kitaplarıydı. Ama bununla da yetinmemiş kendisi bir ticaret okulu kurmuştur.1883 yılında 2. Abdülhamid tarafından Avrupa'nın en önemli ticaret okullarından bile daha önce kurulmuş olan Hamidiye Ticaret Mekteb-i Alisi Osmanlı'nın gerçek manada ilk ticaret mektebi'dir. Bu kurum sonrasında İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi adını alarak faaliyetini sürdürmüş ve şimdiki Marmara Üniversitesi'nin temelini oluşturmuştur. Okulun başlıca amacı da ticaretin gelişmesi ve Müslümanların ticari hayatta söz sahibi olmasıydı. Ancak II. Abdülhamid'in ne yazık ki düşünceleri bu şekilde olsa da; hayata geçirmek için seçtiği yollar, Osmanlı'nın ne yazık ki gerçeklikleri ile o dönemde bağdaşmayan temeli olmayan liberalist yaklaşımları, kötü mali durumdan kaynaklı oluşan koşullar nedeniyle buna tam elverişli olamamış, kısmen başarılı olabilmiş, Türklerin gerçek manada ticaret, sanayi hayatına etkili şekilde girişleri ancak Cumhuriyet döneminde olmuştur. Bununla birlikte bu okulun hemen ardında Selanik, Beyrut, İzmir'de de hem devlet eliyle hem de Müslüman müteşebbislerce (İzmir ve Selanik'te) benzer okullar açılmıştır. [[Dosya:Haydarpasa train station.jpg|küçükresim|sağ|upright=0.91|Abdülhamid döneminde yapılan Haydarpaşa Garı.]] Bu arada Kürt, Arap ve Arnavut aşiretlerin ve liderlerin 12-16 yaş arası çocukların eğitildiği parasız ve yatılı Aşiret Mektebi 1892'de II. Abdülhamid'ce açılmıştır. Önceleri 2 yıl olan eğitim sonrası 5 yıla çıkarılmıştır son derece iyi, başarılı ve seçkin bir eğitim verse de Şubat 1907'de öğrencilerin yemeklere isyanı bahane gösterilerek kapatılmıştır. Asıl kapanma nedeni ise II. Abdülhamid karşıtı düşüncelerin yanında öğrencilerin içinde de Osmanlı toplumunun o dönemde yaşadığı politik toplumsal kavgaların yaygınlaşmasıdır. Osmanlı'da Abdülaziz'in son zamanına kadar daha önce 2 defa modern anlamda bir üniversite kurulmaya çalışılmış ancak başarısız olmuştur. Sultan Abdülaziz 3.bir girişimde bulunmuş Galatasaray Mektebi Sultanisi'nin bir üstü niteliğinde üniversite olarak Darülfünun-ı Sultâni'sini dönemin Maarif Müdürü Saffet Paşa'ya bütçeye çok yük olmaması kayıtlı kurdurmuştur. Ancak daha önceki ilk iki teşebbüste olduğu gibi burada da darülfünunun malî kaynakları sağlam bir zemine oturtulmamış, darülfünun (üniversitenin) daha çok talebe harçları, vakıfların ve devletin belli ölçüdeki yardımlarına bağımlı kalmıştı; ayrıca bir kısım Cemaleddin Afgani gibi öğretim görevlilerinin infial yaratan konuşmaları, muhafazakar çevrelerle sürtüşmeler, devletin belli faaliyetlerde onayının alınamaması darülfünun denemelerinin başarısızlığına yol açan diğer en büyük sebepler olmuştur. Dârülfünûn-ı Sultânî de benzer nedenlerle başarısız olmuştur. Zira, giderler daha çok Galata Sarayı Mekteb-i Sultânîsi’nin (Galatasaray Lisesi'nin) gelirlerinden karşılanmaya çalışılmıştır. İlk yıllarda Mekteb-i Sultânî’de buranın müdürü Ali Suavi'ye göre tam ücret ödeyerek okuyan talebe sayısının fazla olması müessesenin harcamalarını karşılamaya yeterken sonrasında gayrimüslimlerin büyük çoğunluğunun burslu olarak okuduğunu, dolayısıyla müessesenin gelirlerinin çok azaldığını belirtilmekle artan maliyetlerle Dârülfünûn-ı Sultânî de devlete bağımlı olmak zorunda kalmıştır. Müslümanlar yönünden okumak mali sorunlar vs. etkenlerden ise zordur. Kısa bir müddet sonra 2.Abdülhamid bu sebepler, başkaca nedenlerle 1877’de önce tasarruf gerekçeleri ve Fen kısmına öğrenci bulma sorunu nedeniyle Hukuk ve Mühendislik şubesi; son olarak 1880-81 yılında Edebiyat bölümünü kapatarak Dârülfünûn-ı Sultânî 'yi sona erdirdi. Sonrasında ilk başta 2. Abdülhamid, kendi kontrolünde olan ve Müslüman talebeler aleyhindeki eşitsizliği de ortadan kaldırmak üzere ilgili bakanlıklarla organik bir bağ oluşturan, birbirinden bağımsız yüksek mektepler açma yoluna gitti. Böylece Osmanlı hukuk ve mühendislik öğretimi XX. yüzyılın başına kadar Mekteb-i Hukuk ve Mekteb-i Mülkiyye ile Mühendis Mektebi’nde müstakil olarak devam etmiştir. Ancak 1900'de 2.Abdülhamid yeniden yapılandırma ile modern anlamda ve bu sefer kalıcı olacak şekilde Darülfünun-ı Şahane adıyla üniversiteyi tekrar açmıştır ki burası İstanbul Üniversitesi'nin esas temelini oluşturmuştur. Burası kuruluşunda hukuk, tıbbiye, felsefe (Edebiyat), fen bilimleri (matematik ve mühendislik) ve ilahiyat olmak üzere 5 fakülteyi bünyesinde barındırmaktaydı. Bununla birlikte üniversitenin o dönem için bir özerkliği bulunmayıp, doğrudan Maarif Nezareti ve 2.Abdülhamid'e bağlı tıpkı bir ortaöğretim kurumu gibi idari yapısı vardı. küçükresim|sağ|İstanbul Darülfünunu (İstanbul Üniversitesi) Adalet alanında Abdülaziz döneminde 1874 yılında kurulan ve Hukuk Fakültesi'nin esasını oluşturan Mekteb-i Hukuk-i Sultani 2.Abdülhamid döneminde 1878'de kapatılmış ve yerine kurulan Mekteb-i Hukuk 17 Haziran 1880'de Adliye Nezareti bahçesinde faaliyete geçmiştir. 1 Eylül 1900 yılında açılan Darülfünun-ı Şahane'nin bünyesinde bir hukuk fakültesi haline getirilmiştir. Günümüzde İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi olarak bilinmektedir. Öte yandan Nizami Ceza Mahkemeleri'ne ilişkin Fransız Ceza Muhakemesi Kanunu'ndan uyarlanan Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu 25 Haziran 1879 tarihinde yürürlüğe konmuş ve savcılık kurumu düzenlenmiştir. Abdülaziz döneminde hazırlanmaya başlanıp bitirilen Mecelle, 2.Abdülhamid döneminde 1877'de yürürlüğe girmiştir. Fransız ve İtalyan mevzuatından özellikle 1807 tarihli Fransız Usul Kanunu’ndan yararlanılarak Usul-i Muhakeme-i Hukukiyye adlı Medeni Usul Yasası'da 21 Haziran 1879 tarihinde çıkarılmıştır. Ancak Osmanlı hukukundaki şerri ve nizami mahkeme kargaşası halen devam etmekle, bunun giderilmesi yönünde somut adım maalesef atılamamıştır. Yine onun döneminde başlangıçta gayrimüslim ve yabancı avukatlarla da olsa Türkiye'nin ilk barosu olan İstanbul Barosu 1878'de kurulmuştur. Ulaşım [[Dosya:Damascus-Hejaz station.jpg|küçükresim|sol|upright=0.91|Abdülhamid döneminde yapılan Şam (Dimeşk) Garı.]] II. Abdülhamid ulaştırmaya önem vermeye çalışmıştır. Zira sürekli tehdit altında ve isyanların olduğu İmparatorlukta otoritesinin güçlenmesi için askeri birliklerin vaktinde hızla sevk ve idaresi kadar lojistiğin sevk ve idaresi de hayati bir önem kazanmıştır, yine ticaretin geliştirilmesi açısından da ulaştırma önemli bir gereklilikti. Kendisinin ulaştırmada yapmaya çalıştığı en büyük atılım demiryolları üzerine olmuştur. Büyük ölçüde gerçekleşen projelerinden birisi Şam ile Medine arasındaki Hicaz Demiryolu'dur. 1 Eylül 1900'de resmi törenle başlanıp, 1 Eylül 1908'de tamamlanmıştır. Toplam 1300km yan hatları ile 1750km sonradan 1908'de yapılan eklemelerle 1900km uzunluğa erişmiştir. Hac yolunu 50 günden 5 güne indirdiği söylenmektedir. Bu proje Almanların finanse edip Haydarpaşa-Ankara arasında gerçekleştirdikleri Bağdat Demiryolu'nun aksine; Almanlarca, Alman mühendisi Meissner'in çizdiği projeye göre yapılmasına rağmen, İslâm âleminden toplanan bağışlarla finanse edilmeye çalışılmıştır, hatta II. Abdülhamid bile şahsen bağış yapmıştır. Ancak sorundur şudur ki bu hattın Medine-Mekke ve Mekke-Cidde hatları sonrasında yapılmak istense de bağımsızlık peşinde koşan 1908'de Mekke Şerifi olarak atanan Şerif Hüseyin ve çevresindeki Arap şeyhleri sabotaj ve karşı koymalarla bunu engellemişlerdir. Engelleme nedenlerinin sebebi ise Osmanlı'nın bu hattı yalnızca Hac için değil, bu bölgelere kolayca asker sevk etme, toprakların güvenliğini asayişini sağlama amacıyla da yapmasıdır. Nitekim I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı yenilgilerine karşı Osmanlı Ordusu Medine çevresinde savaşın son vaktine hatta 1919'a kadar bu sayede direnebilme nedenlerinden biri de budur. Abdülhamid'in emri ile Osmanlı askerlerinin yolcularının rahatça sevki seyahati için 1903 yılında yapımına başlanan ancak bitirilemeyen diğer bir demiryolu hattı da Konya- Bağdat arası Demiryolu hattıdır. Selefi Sultan Abdülaziz, Türk devletinin Avrupa’daki topraklarına (Rumeli) demiryolu hatları kurması için Alman mühendis Wilhelm Pressel’i görevlendirmişti. Bu Alman mühendis, 1869’dan 1871’e kadar Rumeli’de demiryolları inşa etmiştir Sonrasında Anadolu’da kurulan ilk demiryolu hattı da yine bu mühendisçe 1869’da inşa edilen İstanbul’dan Konya’ya kadar uzanan Anadolu demiryolu hattıdır. Sultan II. Abdülhamid 1898'de ziyaretine gelen II. Wilhelm'e Abdülaziz döneminde yapılan bu hattın Bağdat'a kadar uzatılmasını ve imtiyaz hakkının “Deutsche Bank” adlı Alman bankasına verilmesini teklif eder. Alman imparatoru bu teklifi kabul ederek Bağdat demiryolunun hamisi olmuştur. Ancak demiryolunun güzergahında Toros ve Amanos Dağları'nın olması sorun teşkil ediyordu. Öte yandan ilk demiryolu projesinde İskenderun sahilden Belen Geçidi (Baylan Geçidi'nden) Halep'e doğru sahilden kolayca demiryolunun geçirilmesi hedeflenmişti. Ancak yapımına başlandıktan hemen sonra demiryolunun sahilde düşman gemilerinin top atışlarının hedefi olabileceği olasılığı fark edilince güzergah değiştirildi. 8 kmye varan bir demiryolu tüneli Amanoslardan yapılmak zorunda kaldı. I. Dünya Savaşı sonunda bile hem Konya hem Bağdat olmak üzere 2 yönlü ray inşası yapılıp neredeyse yan hatlarla birlikte 2000km'ye yakın ray döşense de inşaat bitirilememiş ve Nasiriye- Samarra arasında 280 kmlik kısım daha tamamlanamamıştı. Bu 280km'lik kısmı tamamlamak Osmanlı İmparatorluğu ortadan kalktıktan sonra 1940'da Irak hükûmetine ancak nasip olabilmiştir. Yine Sirkeci ve Haydarpaşa garları Abdülhamid'in yaptırdığı önemli binalardır. 1 Şubat 1888’de atılan Sirkeci Garı, 3 Kasım 1890’da, Avrupa kentlerine yolculuk eden trenlerin durağı olarak hizmete açılmıştır. Haydarpaşa Garı ise 1872'de yapılmış olsa bile mevcut istasyon yetersiz kalmış bu sebeple yıkılıp yeni gar yapımına ise 30 Mayıs 1906'da başlanmış ve 19 Ağustos 1908'de hizmete girmiştir.Bu iki garda Almanlarca planlanıp yapılmıştır. 1881'de 1780km olan demir yolu uzunluğu 1907-1908 dönemine kadar 5883km'yi bularak Abdülhamid'in hükümdarlığı boyunca üç misli bir artış göstermiştir. [[Dosya:Sirkeci-station Orient Express.JPG|küçükresim|upright=0.91|Abdülhamid döneminde yapılan Sirkeci Garı.]] II. Abdülhamid zamanında bütün Anadolu'yu baştan başa dolaşacak bir kara yolu ağının (şose şebekesinin) projelendirilip uygulamaya geçirildiği çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. Selefi Sultan Abdülaziz'ce, 1869 yılında getirilen bir sistemle halkın kara yollarının yapımına katılması sağlanmıştı. Buna göre 16-60 yaş arası erkek nüfus ile her hanenin sahip olduğu yük ve araba hayvanları senede dört gün yol inşaatında çalışacaktı. Bu sayede inşaatın hızla bitirilmesi sağlanmıştır. Gümüşhane-Bayburt-Erzurum-Doğubayazıt-İran kara yolu (1879) haricinde 12.000 kilometrelik bir güzergâha sahip Samsun-Bağdat şosesi 1895 yılına kadar tamamlanmıştı. Açılan yollar Samsun'a göçü başlatmış ve bu şehrin önemli ölçüde büyümesi, Abdülhamid döneminde olmuştur. Bursa için de durum böyledir. Hem şehir içi, hem de şehirler arası yollarla Bursa, yeniden bölgenin önemli bir karayolu kavşağı haline gelmiştir. Haberleşme Osmanlı'da modern posta hizmetleri tam anlamıyla II. Abdülhamid döneminde oluşturuldu ve nezaret, 5 Kasım 1876’da çıkarılan Posta ve Telgraf İdare-i Umumiyyesinin Teşkilât-ı Cedidesine Dair Nizamnâme ile yeniden düzenlendi.Posta hizmetleri, özellikle II. Abdülhamid döneminde önemli ölçüde genişledi. Nitekim 1888’de bütün imparatorlukta taşınan mektup sayısı 11,5 milyon adet iken, 1904 yılında bu sayı 24,38 milyona yükseldi. 30 Ağustos 1901'de ise postaların yerine daha hızlı ulaşabilmesi için demir yolları (o zamanki adı Şark Şimendiferleri) şirketiyle özel bir anlaşma yapılmıştır. II. Abdülhamid, devleti içinde etkili bir kontrol istemekteydi ve bu amaçla haberleşme önemli bir yer tutmaktaydı, Jurnalciliğe yol açan bazı olumsuzluklara karşın, telgraf bu yönde bir araç olarak II. Abdülhamid'ce görüldü. Döneminde imparatorluğun en ücra köşelerine kadar telgraf hatları döşendi ve başkent İstanbul, Ege’deki adalara, Trablusgarp’a ve hatta ulaşımı çok güç olan Fizan’a bağlandı. Telgrafın geliştiği bu dönemde Yıldız Sarayı’nda da bir telgrafhane (Yıldız Telgrafhanesi) açılarak bütün ülkenin, taşra yöneticilerinin ve halkın sarayla doğrudan bağlantısı kuruldu.1882’de 23.380km olan toplam kara hatları uzunluğu, 1904 yılında 49.716km’ye ulaşırken, denizaltı hatları da 610’dan 621km’ye çıktı. Aynı dönemde gönderilen telgraf sayısı 1.000.000’dan 3.000.000’a; elde edilen gelir miktarı da yaklaşık 39.000.000’dan 89.000.000 kuruşa yükseldi. Osmanlı hizmetindeki bir Fransız telgraf mühendisine göre, “Türkiye, yol ve demiryollarının gidemediği yerlere kadar telgraf hatlarını geren ilk ülke” idi. Bununla birlikte bu telgrafhanelere adamlarını yerleştiren veya yandaş edinen İttihat ve Terakki Cemiyeti'de şifreli telgraflaşmalarla ülke çapında haberleşebilmiştir. 2.Meşrutiyet'in ilanında da bu yönden telgraf hatları önemli yer tutmuştur. Öte yandan bu telgraf hattı Kurtuluş Savaşında insan ve cephane aktarımında Milli Mücadele Hükûmetine önemli hizmetlerde bulunmuştur. Telgraf hatları döşenmesine hız verilmesi yanında bu hatların her birinde hava bilgisel gözlemler yapılması için talimat verilmiştir. Böylece telgraf hatlarının yaygınlaşmasıyla birlikte, hatların ulaştığı noktalardaki hava durumunun merkeze bildirilmesi imkân dahiline girmekte, böylece bu çabalar çağdaş 'hava durumu' raporlarımızın başlangıcını oluşturmaktadır. Telefon ise Avrupa'da kullanılmaya başlandığı tarihten (1876) sadece beş sene sonra, yani 1881'de İstanbul'a getirilmiş ve sınırlı da olsa kullanıma sunulmuştur.1881 yılında Soğukçeşme’deki telgrafhane binasıyla Yenicami’deki eski ahşap postane binası arasında çekilen ve dört telefonun bağlı olduğu hat, Osmanlı’daki ilk telefon hattı olarak bilinmektedir. Yine aynı tarihte, Galata Postanesi ile Yenicami Postanesi; Osmanlı Bankası’nın Galata’daki merkeziyle Yenicami şubesi ve Galata Liman İdaresi’yle Kilyos Tahlisiye (Kurtarma) Servisi arasında tek telli telefon hatları çekildi. Ancak, Galata-Kilyos hariç, diğer telefon hatları 1886’da kaldırıldığı gibi, genel telefon kullanımı da yasaklandı. Tahttan indirilme, darbe korkusu yaşayan II. Abdülhamid, “gizli kapaklı işler görülmesine müsait bir icat” olduğu gerekçesiyle telefonu yasakladı ve 1892’den itibaren yasağı iyice sıkılaştırdı. Hatta telefon işletilmesi ve kullanılması için imtiyaz talep eden yabancı şirketlere izin vermediği gibi, telefon malzemesi ithalini de yasak kapsamına aldı. Telefon yasağı II. Meşrutiyet Dönemi’ne kadar sürdü. Bu sebeple de telefon II. Abdülhamid Döneminde Mustafa Armağan'ın iddialarının aksine yaygınlaşamamıştır.1908 sonrası ise yaygınlaşması son derece yavaş olmuştur. Basın, Edebiyat ve Sansür küçükresim|120pix|. Osmanlı'da basın ve sansür uygulamaları II. Abdülhamid döneminden öncesinde de vardır. Bu sebeple Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk sansür, gazete ve dergi kapatma uygulamasının 2. Abdülhamid'ce yapıldığından söz edilemez. Örneğin 1864 yılında Sultan Abdülaziz döneminde Matbuat Nizamnamesi ile basın düzenlemeleri yapılmıştır. Ancak bu nizamnamede sansür uygulamasından bahsedilmemekte fakat gazetelerde devletin güvenliğini ve asayişini bozacak, Padişah'a veya ailesine, nazırlara, hükûmete, dost bir devlete veya hükümdarına, elçilerine yönelik aleyhte yayınlar yapılırsa, para veya hapis cezası verilecek, hükûmet tarafından gazeteleri bir ay süre ile kapatılması öngörülmüştür. Ancak çıkan gazete ve yayınlarda hükûmete eleştirilerde rahatsız edici noktaya gelmiş; sadrazam Ali Paşa ve Babıali bu kanunun üzerinden 3 yıl bile geçmeden bir kararname ile (Ali kararname) sınırlamaya girişmiştir. İlgili kararname Babıâli'ye devletin menfaatine zararlı şekilde neşriyat yapan gazeteleri geçici veya müddetsiz olarak idareten kapatmak yetkisini vermiş, bu suretle, basın hürriyeti ve teminatı ortadan kalkmıştır. Dahası kararname çıkmadan sadece bir hafta önce bile, ”Muhbir Gazetesi, 8 Mart 1867 tarihinde Belgrad Kalesi’nin bir damla kan dökülmeden Sırplara teslimini eleştiren tutumundan yayınlarından dolayı, Maarifi Umumiye Nazırı’nın (Eğitim Bakanı) emriyle hemen ertesi gün kapatılmıştır. Yine Ali kararnamesi ile Muhbir gazetesi kapatılıp Ali Suavi Kastamonu'ya sürgün edilmiş, kapatılan Tasvir-i Efkar yazarları Namık Kemal ve Ziya Bey birer memuriyetle İstanbul'dan uzaklaştırılmışlardır. Avrupa'da da sansür uygulamalarının olmadığından bahsedilemez. Sorun şudur: II. Abdülhamid dönemine kadar Osmanlı'da basında sansür uygulamaları geçici bir mahiyet arz etmekte olup bir sistemli genele yaygınlık tam bir kurumsallaşma söz konusu değildir. Sansürü genele yayılı, geniş kapsamlı, sistematik ve sürekli hale getiren Türkiye'de bu yönden basının gelişimine engel olan padişahın II. Abdülhamid olduğu çeşitli gazeteci ve tarihçilerce ifade edilip bu yönden esas olarak II. Abdülhamid eleştirilmektedir. Oysaki II. Abdülhamid tahta ilk geçtiğinde ortam hiç de böyle değildir. İlan ettiği Kanun-ı Esasi'nin 12. maddesinde "Matbuat kanun dairesinde serbesttir" hükmü yer almaktadır. Ama atıfta bulunulan kanunlar 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesi ve 1867 tarihli Ali Kararname'dir. Fakat bu kanunlar bir süre uygulanmamış ve Basın rahat bir nefes almıştır. Fakat aynı Anayasa'nın 117.maddesi padişahın sıkıyönetim ve sürgün yetkisini de düzenlemektedir. 93 Harbi'nde durumun kötüye gitmesi akabinde II. Abdülhamid Kanuni Esasi'nin 36. maddesine dayanarak 2 Ekim 1877 tarihli İdare-i Örfiye Kararnamesi ile sıkıyönetim ilan etmiş ve bazı mebus ile gazetecileri sürgün etmiştir. 1877-1878 arasında 93 harbi gerekçesi ile gazetelere ön sansür uygulaması getirmiş, sonradan ise bu uygulamalar giderek ağırlaşarak Sultan Abdülhamid'in istibdat devri denen devri başlamıştır. Mizah dergilerinden 1880'de siyasi olmayan yayınlara kadar sansür yayılmıştır. Bu dönemde de, 1864 Tarihli Matbuat Nizamnamesi 1909'da iktidarının sonuna kadar yürürlükte kalmış; buna karşın 1857 tarihli Matbaa Nizamnamesi yerine 22 Ocak 1888 tarihli Matbaalar Nizamnamesi hazırlanmıştır, bütün matbaaların bastıklarına ön sansür uygulaması getirilmiştir." Daha sonra 1888 tarihli Matbaalar Nizamnamesi de yürürlükten kaldırılarak, 19 Aralık 1894 tarihli Matbaalar ve Kitapçılar Hakkında Nizamname adlı yeni bir nizamname hazırlanmış ön sansür süreci sürdürülerek bu nizamname iktidarının sonuna kadar yürürlükte kalmıştır. II. Abdülhamid sansür için kurum üstüne kurum kurmuştur. a) Önceden de var olan Dahiliye Nazırlığı'ndan Hariciye Nazırlığı'na geçen Matbuat Müdürlüğü'nü 1877'de tekrar Dahiliye Nezareti'ne bağlamakla kalmamış, yurt içi basılı gazete dergi vs. neşriyat için bir sansür kurulu haline bu müdürlüğü getirmiştir. b) Bununla da yetinilmemiş, yurtdışındaki veya gelecek basılı neşriyat ve yayınların sansürlenmesi için önce hariciye sonra dahiliye nazırlığına bağlanacak Matbuatı Ecnebiye Müdürlüğü 1883'de kurulmuştur. c) İlaveten matbaalarda basılı/basılacak kitapların sansürlenmesi içinde, 1880 yılında Maarif Bakanlığı’na bağlı olarak Encümeni Teftiş ve Muayene Teşkilatı kurulmuştur. Sansür kurullarında çalışanların sayısı da 1881 yılında 7 kişi olan bir sansür kurulu, 1907 yılında 59 kişiye yükselmiştir; ek olarak birçok yardımcı kurul da kurulmuştur. Teftiş ve Muayene Teşkilatı'nda çalışan sayısı ise 74 kişidir. Bu yapılan uygulamalar bağlamında 1876'da oluşan özgürlük ortamından 1890'da kadar 4.000'e kadar çıkan her yıl 9-10 yeni yayın çıkaran basılı neşriyat, 1890 sonrasında iyice düşmeye başlamıştır. Yılda 1 yeni neşriyat ancak basın hayatına girer olmuştur. Bu sebeple II. Abdülhamid basınını esasında 1876-1878 arası meclisin kapatılmasına kadar olan 1,5 yıllık liberal dönemin sonrası 1878-1890 ve 1890-1908 arası dönem diye ikiye ayırmak gerekir. Nedeni ise 1888'de matbaada daha eser basılırken getirilen ön sansür uygulamasıdır. Dahası II. Abdülhamid mizah dergileri ve yayınları açısından da ağır sınırlamalar getirmiştir. 4 Ağustos 1876 tarihli resmi ilan ile mevcut dergiler dışında yeni mizah dergilerine ruhsat verilmemiş sonrasında ise 24 Temmuz 1877'de ülke içinde var olan mizah dergileri kapatılmıştır. Neticede ülke içindeki mevcut mizah dergileri Hayal ile Çaylak, mizah dergisi olarak yayınlarına son verip günlük gazeteye dönüşmüş sonrasında da yayın hayatları son bulmuştur. Osmanlı topraklarında II. Meşrutiyet'e kadar da bir mizah dergisi bile çıkarılamamıştır. Ancak ülkeye kaçak yollardan yurtdışına kaçan Jöntürklerin yurtdışında çıkardığı mizah dergileri girebilmiştir. Gazeteler sansür nedeniyle siyasi olan konulardan toplum sorunlarından iyice uzaklaşıp edebiyat bilim ve sanata yönelmişlerdir. 6 Aralık 1888 Tarihli Zabtiye Nazırlığı tarafından Gazete ve Dergilere Gönderildiği belirtilen 9 maddelik talimatname de ayrıca pek çok yasak getirmiştir. Halid Ziya Uşaklıgil'in 40 yıl adlı anılarında da ifade edildiği üzere 1900 ve 1901 yıllarında kitap bastırmak için zorunlu tutulan ruhsat alma işlemi o kadar zorlaştırılmış ki, Kırık Hayatlar adlı romanın en beklenmedik yerlerinde sansür memurunun kırmızı kalemini görünce, II. Meşrutiyet’in ilanına kadar tek bir satır yazmamıştır. İlgili Talimatnamenin 7. ve 8.maddesi gereği haber bir yana Girit, Makedonya, Kanuni Esasi, ulusun hakları, ıslahat, hürriyet, millet, vatan, cumhuriyet, bomba, dinamit, dinamiti çağrıştırıyor diye dinamo hatta tepe (Yıldız sarayına atıfta bulunuluyor diye) gibi onlarca sözcüğün bile gazetelerde kullanımı yasaklanmıştır, sansürlenmiştir. Tarih kitaplarından da suikast, ihtilal, isyan gibi kelimeler de kaldırılmıştır. "Büyük burun" kelimesinin bile kullanımı Padişahın burnunu çağrıştırır diye yasaklanmış bu kelime coğrafya kitaplarından çıkarılıp yerine "çıkıntı" kelimesinin getirilmesi; tahta kurusu kelimesinin "tahtı kurusun" sözcüğü ile benzeşmesine binaen yasaklanması gibi garip olaylar yaşanmıştır. Tarih kitaplarından da suikast, ihtilal, isyan gibi kelimeler de kaldırılmıştır. Çarlık Rusya’da kurulan parlamentonun haberinin yapılmasına izin verilmemiş, Fransa Cumhurbaşkanı Carnot’un suikaste kurban gittiği haberi ise kalp krizinden öldü şeklinde yansıtılmıştır. Ancak Orhan Koloğlu'nunda belirttiği üzere esasında yapılan araştırmalar tartışmalı "bu kelime yasaklamalarının II. Abdülhamid'in isteği ile yapılmadığını ortaya koymaktadır. "Murat", "ıslahat", "Türk", "ittihad", "cünun" gibi sözcüklerin iddiaların aksine kullanıldıkları ispatlamıştır. Yine yasaklar arasında sayılan "parlamento" sözcüğüne de Takvim-i Vakayi'de rastlamak mümkündür. Bu karmaşayı yaratan esasında sansür memurlarının işgüzarlıklarıydı. Ama onları işgüzar olmaya yönelten de Abdülhamid'in jurnalcilikte verdiği primdi. Bazı şeylere göz yumduğu suçlamasından korkan memur işin kolayını her şeyi yasaklamakta buluyordu. Her şeye şahsen karar veren sultandan da buna itiraz gelmeyince haklı olarak bütün suçlamalar Abdülhamid'e yöneltiliyordu." Gazetelerdeki en küçük dizgi yanlışı bile sorun çıkarabilmektedir. Abdülhamid'in tahta çıkışı vesilesiyle Leylei Mes'ude (mutlu gece) başlığında ufak bir hata yapılıp Leylei Mesude (karanlık gece) olarak çıktığından İkdam gazetesi hakkında soruşturma açılması; Hollanda kraliçesine ülkesinde nişan verilmesi (nişan itası) kelimesinin; "nişan hatası" şeklinde yazılması neticesi Takvimi Vakayi gazetesinin, 12 yaşındaki Hollanda kraliçesine nişan verilmesinin hatalı olduğunun gazetece eleştirildiğinden muhalefet yapıldığından bahisle jurnal edilerek garip gerekçelerle kapatılması (2.Meşrutiyete kadar gazete kapalı kalmıştır) hep bu döneme rastlamaktadır. Pek çok kitapta toplatılıp yasaklanmış, yakılmış, pek çok piyes engellenmiş veya oynanırken kelimeler çıkartılmıştır. Kısacası sansür uygulamaları II. Abdülhamid'in maalesef işgüzar memurlara da verdiği primle önceki Osmanlı Padişahlarının uygulamalarını kat ve kat aşar akla mantığa ters bir boyuta gelmiştir. Öte yandan Abdülhamid basında bazı gazetecileri satın almak, bazı gazetelerde gazetecilere nişan dağıtmak ayrıcalık sağlamak gibi yollara da başvurmuştur. Örneğin İkdam’ın sahibi Ahmet Cevdet’in Dahiliye Nezareti’ne yazdığı dilekçesinden, belli bir kota dâhilinde gazeteci telgraflarından ücret alınmamasını bir ayrıcalık olarak talep ettiği görülür. Ahmet Cevdet dilekçesinde Avrupa kentlerinde gazetesi için çalışan gazetecilerin telgraflarından günde 50 kelimeye kadar ücret alınmaması talebinde bulunmuş ve bu talebinin ileride kurulacak ve doğrudan Osmanlı çıkarlarına hizmet edecek bir Osmanlı haber ajansının kurulmasının ilk adımı olarak ele alınması gereğinin altını çizmiştir. Nitekim dilekçesi oldukça ciddiye alınmış ve II. Abdülhamid’e ulaştırılmıştır. Aynı şekilde sonradan aralarının bozulması ile Konya'ya sürgüne gönderdiği Ebüzziya Tevfik Bey maaşa bağladığı gazetecilere örnektir. Hatta sıklıkla yabancı gazeteleri bir yol bulup elde edip çevirttiren sultan bu gazetelere karşı tekzipler hazırlattırmış, hatta Osmanlı aleyhine ve kendisi aleyhine yazılar yazan dış basına Reuters vs.ye kadar giderek para ile gazeteci satın alma girişimlerinde bulunmuştur. Yerli basına karşı değil de dış basına karşı yaptıklarının Koloğlu'nun deyimiyle o günün şartlarında II. Abdülhamid'in oyunu dış basına karşı kurallarına göre oynamaya çalışıp Batı kamuoyunu kendisi ve Osmanlı imparatorluğu aleyhine dönmeye engellemeye çalıştığı düşünülebilir. Örnek vermek gerekirse lehine haber yapması için 1 Eylül 1895’te, ‘Times’ gazetesinin İstanbul muhabiri Garachino’nun ev kirası olan 150 lirayı hükümetin ödemesi kararlaştırılmıştır. Ertesi sene, bir diğer İngiliz gazetecinin, Norman’ın her ay aldığı 50 lira ‘harçlığa’ 30 lira zam yapıldı. 1901’de, ‘Berlinguer Togobalt’ gazetesinin sahibine 2 bin kuruş aylık bağlandı ve saraydan maaş alan yabancı gazetecilerin sayısı, zamanla 60’a yükseldi. Bu arada, Abdülhamid’in para dağıttığını haber alan bazı Avrupalı gazeteciler, Osmanlı elçiliklerini ‘Bize de maaş vermezseniz aleyhinizde yazarız’ diye tehdide başlayınca hemen tamamına ödeme yapıldı. Ancak, 1903 Şubat’ında Le Figaro gazetesinde aleyhinde çıkan son derece ağır bir yazıdan sonra maaşa bağladıklarının çoğunun Avrupa’nın ikinci, hatta üçüncü sınıf yazarları olduğunu geç de olsa farkeden Abdülhamid hükümeti uyarmış ve ‘Önemsiz gazetelere para dağıtıyoruz, ödemeler bundan böyle itibarlı gazetelere yapılsın’ buyurmuş hükümdarın talimatı üzerine, Osmanlı Bankası vasıtasıyla Paris’teki elçiliğe ‘önemli gazetecilere dağıtılmak üzere’ 400 bin Frank gönderilmiştir. Bununla birlikte sansür uygulaması ne yazık ki yerli basın, Osmanlı devleti açısından II. Abdülhamid'in hedeflediği sonuçları doğurmadığı gibi Osmanlı ve Türk toplumu açısından hiç de olumlu sonuçları doğurmamıştır. Bununla birlikte sansüre rağmen edebiyat ve basın alanında gelişmelerde olmamış değildir. Politik sınırlamalara rağmen bu dönemde normal olarak 12-15 bin günlük tiraj yapan, olağanüstü durumlarda 30 bine kadar çıkan gazeteler vardır. Mesela Ahmed Midhat Efendi bu basın yasaklarına karşın Tercümân-ı Hakîkat gazetesini kurmuş ve gazete 1921 yılına kadar yaşamıştır. Ahmet Midhat, ansiklopedik bilgilerini halka yansıtma çabalarında çok başarılı olmuş, politikanın yasak olduğu bir zamanda halka okuma zevkini aşılamayı başarmıştır. Bir mücadele gazetesi olmaktan çok öğretici gazeteci olmuştur. Bununla birlikte Hüseyin Cahit Yalçın, Halide Edip Adıvar bu gazete bünyesinde çalışmış ve yetişmiştir. Diğer önemli gazete ise 1875'de yayın hayatına başlasada esas 1882 yılı sonrasında parlamaya başlayan Sabah gazetesidir. Peyam-ı Sabah olarak adını sonradan değiştirilip 1922 yılına kadar faal olarak devam etmiştir. Ancak Milli Mücadeleye karşı çıkıp kapatılmıştır. Sabah gazetesine rakip olarak 1894'de kurulan 1926'da kapanan İkdam; bunun yanında II. Abdülhamid yanlısı yazıları ile bilinen Tarih (1881) ve Mizan (1886) diğer belli başlı gazetelerdendir. Ancak esas II. Abdülhamid döneminde dergicilikte en önemli atılım simgesi Ahmet İhsan Tokgöz'ün ilk sayısı 27 Mart 1891'de yayınlanan Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat 1896-1901) akımına da öncülük yapan Servet-i Fünun dergisidir. Başlangıçta aile moda yayını yapan dergi, yazar kadrosuna Halit Ziya Uşaklıgil, Recaizade Mahmud Ekrem gibi şair, yazar, edebiyatçıların gelmesiyle bir kültür, sanat ve edebiyat dergisi haline gelmiştir. Avrupa resimli dergileri kalitesinde bir yayın yapmak amacıyla çıktığını saklamayan Servet-i Fünun, her şeye rağmen II. Abdülhamid'den bile maddi yardım görmüş, yeni makineler ve ustalar getirtmiş, böylece 1893 Şikago Uluslararası Fuarı'nda ödül kazanacak bir kaliteyi yakalamıştır. 1944 yılına kadar yayın hayatına devam etmiştir. Dergi o dönem Avrupa’da da beğenilmiştir. Paris’te çıkan Basın Yıllığı da Servet-i Fünûn’un bir sayfasının tıpkı basımını yayımlayarak dergi hakkında övücü sözler yazmıştır. Hemen hemen aynı kalitede Malumat Dergisi'de çıkmış ise de yazar kadrosunun aynı üstün nitelikte olmaması, hem de sahibinin aşırı çıkarcı kişiliği sebebiyle etkisi sınırlı kalmıştır. Düşünce ve edebiyat ağırlıklı "Mecmua i Ebüzziya"'da 1890-97 arasında etkili olmuştur. II. Abdülhamid'de esasında kendi güdümünde olması şartıyla basının yaygınlaşmasını istemiyor değildi. 1903'te yayınlanan bir Şura-yı Devlet kararnamesinde belirtildiği üzere, basının illere yayılması, yerel tarım, doğal kaynaklar ve kültür konularının bu basında halkın yararına işlenmesi, konuların sade bir dille yazılması, gazetelerin köylere kadar girmesi istenmekteydi. Teknik aletler baskı makineleri hususunda da basında kalite arttırımı yapılmıştır. Ancak tüm bunlar kendi politikaları ile örtüştüğü sansürünün elvereceği kadar ne yazık ki olmuştur. Çoğu yayın kuruluşu ise yurtdışında yayın yapıp ülke topraklarına kaçak girmiştir. Bu kaçak giren Jöntürk dergi ve gazetelerden en bilinenleri ise Ali Şefkati'nin İstikbal'i (Napoli, Cenevre, Londra 1879-1895), Ahmet Rıza'nın Meşveret'i (Paris 1895-1908), Şura-yı Ümmet (1902), Osmanlı (1897-1904), Terakki (1906), Türk (1903) adlı yayınlardır, bu yayınlar parlamenter sistemin geri gelmesi ve reform talebinde bulunuyorlardı. Sağlık II. Abdülhamid her ne kadar donanma dair çeşitli alanlarda başarısız olsa da en büyük başarılarından birini sağlık alanında büyük çalışmaları ve uğraşları ile yapmıştır. 1899 yılında, bugün de etkin durumda olan Şişli Etfal Hastanesi'ni kurdu.küçükresim|left|II. Abdülhamid'in kurdurduğu Şişli Hamidiye Etfal Hastanesi Açılış-töreni (5 Haziran 1899) Çiçek Aşısı Nizamnamesi ve İkinci Çiçek Aşısı Nizamnamesi ile yeni doğanlara altı ay içinde aşılanma mecburiyeti ve aşı olmayanların okullara kayıt yapılmama düzenlemesi getirildi. İlaç yapımında kullanılan kimyasal maddelerin ticaretini kontrol altında tutmak amacıyla Ecza Tüccarı Hakkında Nizamname yürürlüğe sokuldu. Attarlar ve Kökçüler Nizamnamesi ile zararlı ve zehirli maddeler listelendi ve aktarların ve kökçülerin bunları satması yasaklandı. Kimyasal ilaç etken maddeleriyle uğraşan memurların çalışmaları Ecza-yı Tıbbiye Teftiş Memurlarının Vezaifini Mübeyyin Talimatı ile düzenlendi. Konuyla ilgili gümrüklerde kimya laboratuvarları kuruldu ve Gümrüklerce İcra Edilecek Muayene-i Sıhhiyeye Dair Nizamname yayımlandı. Mezun olan askeri hekimlerin iki yıl klinik eğitim görmeleri için kurulan Gülhane Tababet-i Askeriye Tatbikat Mektebi ve Seririyatı (Gülhane Askeri Tıp Akademisi 1898), görme ve duyma konuşma engelliler için Dilsiz ve Amalar Mektebi (1889), askeri sağlık elemanı yetiştirmek üzere Baytar ve Eczacı Rüşdiye-i Askeriyesi, Bahriye teşkilatının eczacı ve cerrah ihtiyacını karşılamak amacıyla Eczacı ve Tımarcı Sıbyan Mektebi, aşıcı yetiştirmek üzere faaliyete geçen Aşı Dershanesi kuruldu.İlaveten Şam,Balkanlar dair ülkenin her yanında askerî hastaneler kuruldu. Bunun yanında Osmanlı tebaasındaki halklar içinde hastane kurulmasına II. Abdülhamid ön ayak olmuştur. İstanbul'daki Bulgar Hastanesi 1894 yılında, Ragıp Paşa tarafından yaptırılmış ve 1900 yılında Sultan II. Abdülhamid tarafından Bulgar tebaya verilmiştir. Bunun yanında kuduz aşısı çalışmaları için II. Abdülhamid, meşhur Fransız bilim insanı Louis Pasteur ile arasında şahsi bir dostluk tesis edilmişti. Kuduz aşısını bulup 1886'da kuracağı Pasteur Enstitüsü için yardım talep eden bu amaçla Osmanlı'dan da para isteyen bilim insanına II. Abdülhamid ilk mikrobiyologlarımızdan Miralay Dr. Hüseyin Remzi Bey, Zoeros Paşa ve Veteriner Hüseyin Hüsnü Bey’den oluşan heyet Paris’e gönderttirmiş burada staj yapmalarını sağlamaları yanında bu heyet aracılığıyla adı geçen Pasteur Enstitüsü’ne kurulması için 10 bin altın (veya frank) vermiş. Louis Pasteur'e ise birinci dereceden Mecidiye Nişanı ve bir madalya hediye etmiştir. Bu sayede kuduz aşısı 1889'da Osmanlı'da üretilir hale gelmiştir. Dahası 1892'de Louis Pasteur'den İstanbul'daki bir salgının çözümü, kolera olup olmadığının tespiti için yardım istemiştir. Pasteur'de Enstitüdeki bilim adamlarından birini Dr. Şantimas'i sorunu çözmesi için İstanbul'a göndermiştir. Şantimas bu salgının kolera olduğunu tespit etmiş ve salgının çözümünü sağlamıştır. Sonrasında ise yine onun ricası ile Pasteur, Dr. Nicolle'u Osmanlı topraklarına göndermiş II. Abdülhamid sağlık alanında çalışması ve Osmanlı topraklarında yerleşik olarak kalması için gerekli her türlü desteği vermiştir. Osmanlı Devleti’ne yapılacak elektrikli araç ve gereç ithali, prensip olarak 2.Abdülhamid'ce yasaklanmıştır. 2.Abdülhamid elektrik konusunda bir fen heyetinden izin almadan elektrikli araçların alım ve kullanıma izin vermemiştir. Bunun yansıması sağlık alanında da olmuş, II. Abdülhamid Osmanlı Devleti'nde elektrik kullanımı gerektiren sağlık amaçlı aletlerin girişine de Fen heyetinin denetim zorunluluğu getirilmiştir. Bu denetim sayesinde muhtemel 'zararların' önlenmiş olacağı düşünülmüştür. Fakat basında elektrikli aletlerde kullanılan dinamo kelimesinin dinamiti çağrıştırdığından sansürlenmeye çalışılması gibi; sağlık gibi önemi bir alanda kullanılacak bu elektrikli makinelerin, 'bombalı eylemlerde de kullanılabilmesinin mümkün olduğu' düşüncesi bile kimi zaman bu heyetçe görüş olarak beyan edilmiştir. Ancak yine de sağlık alanında bu aletlerin sınırlı da olsa girişine izin verilmiş, 1908'e kadar bireysel ve toplu kullanımda elektrik ve elektrikli aletler yavaşta olsa Osmanlı'da yayılmıştır. 2.Meşrutiyet sonrası izin süreçlerinin kolaylaştırılması ve bu fen heyeti uygulamasından kısmen vazgeçilmesi ile elektriğin hem Osmanlı toplumunda hemde sağlık alanında kullanımı daha fazla artmıştır. Sosyal yardımlaşma 25 Mart 1906 tarihli fermanıyla Okmeydanı'ndaki Darülaceze'yi kurdurmuştur. Gerçekleştiremediği projeleri II. Abdülhamid 20. yüzyılın başlarında İstanbul'da Haliç'e, dahası Boğaziçi'ne birer köprü yaptırmayı düşündü, bunun için projeler hazırlattı. Ferdinand Arnodin (1845-1924) adlı Fransız mimarın 1900 tarihinde bir, Boğaziçi Demiryolu Kumpanyası'nın iki Boğaz köprüsü projesi, gerçekleştirilememiş olsa da, en azından belgeleri, çizimleri, resimleri bulunmaktadır. Gerçekleşemeyen ama projesi çizdirilen, yapılabilirliği çıkartılan ve ihalesi yapılarak inşasına başlanan projelerden birisi de Yemen Demiryolu'dur. Raporu 1898'de o zamanlar Yemen Valisi olan (sonradan Sadrazam olan) Hüseyin Hilmi Paşa vermiş ve 1913 yılında inşasına başlanmıştır. Ancak İtalyan kuvvetlerinin Yemen'deki Cibana limanını topa tutmasıyla çalışmalar durmuş ve proje iptal edilmiştir. Sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmeler II. Abdülhamid'in padişahlığı döneminde sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelerden bazıları şunlardı; Mülkiye (Siyasal Bilgiler), Fakülte düzeyine getirilerek açıldı. Memurlara sicil tutulmaya başlandı. Eski Eserler Müzesi açıldı. Hukuk Fakültesi açıldı. Divan-ı Muhasebat (Sayıştay) kuruldu. Güzel Sanatlar Fakültesi açıldı. Hamidiye Ticaret Mekteb-i Alisi günümüzdeki adıyla İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi açıldı. Yüksek Mühendislik Fakültesi açıldı. Dârülmuallimât (Kız Öğretmen Okulu) açıldı. Terkos Suyu hizmete girdi. Bütün yurtta İdadiler (Lise) açılmaya başlandı. Ziraat Bankası kuruldu. Bursa'da İpekhane açıldı. Halkalı Ziraat ve Veterinerlik Fakülteleri (Halkalı Ziraat ve Baytar Mekteb-i Âlisi) açıldı. Bursa Demiryolu hizmete girdi. Aşiret Okulu açıldı. Bütün yurtta Rüşdiyeler (Ortaokul) açılmaya başlandı. Kudüs Demiryolu hizmete girdi. Ankara Demiryolu hizmete girdi. Hamidiye Kâğıt Fabrikası kuruldu. Kadıköy Gazhanesi kuruldu. Beyrut'ta liman ve rıhtım inşa edildi. Osmanlı Sigorta Şirketi (Osmanlı Umum Sigorta Şirketi) kuruldu. Kadıköy Su Tesisatı hizmete girdi. Selanik-Manastır Demiryolu hizmete girdi. Şam Demiryolu hizmete girdi. Eskişehir-Kütahya Demiryolu hizmete girdi. Galata Rıhtımı inşa edildi. Beyrut Demiryolu hizmete girdi. Darülaceze (Kimsesizler yurdu) hizmete girdi. Mum Fabrikası kuruldu. Afyon-Konya Demiryolu hizmete girdi. Sakız Adası'nda Liman ve Rıhtım inşa edildi. İstanbul-Selanik Demiryolu hizmete girdi. Tuna Nehri'nde Demirkapı Kanalı açıldı. Şam-Halep Demiryolu hizmete girdi. Şişli Etfal Hastanesi hizmete girdi. Hicaz Telgraf hattı kuruldu. Hama Demiryolu hizmete girdi. Basra-Hindistan Telgraf hattı Beyoğlu'na bağlandı. Hamidiye Suyu hizmete girdi. Selanik'te Liman ve Rıhtım inşa edildi. Haydarpaşa Liman ve Rıhtımı inşa edildi. Maden Fakültesi açıldı. Şam Tıp Fakültesi açıldı. Haydarpaşa Askeri Tıp Fakültesi açıldı. Trablus-Bingazi Telgraf hattı kuruldu. Konya Ereğlisi'nde demiryolu hizmete girdi. Trablus Telsiz İstasyonu kuruldu. Bütün yurtta Telsiz İstasyonları kuruldu. Medine Telgraf Hattı kuruldu. Şam'da Elektrikli tramvay hizmete girdi. Hicaz Demiryolu hizmete girdi. 27 Ağustos'ta İstanbul'dan kalkan tren, 3 gün sonra Medine'ye ulaştı. İlk rakı fabrikası Tekirdağ yolu üzerinde Umurca çiftliğinde açıldı. İlk bira fabrikası Bomonti açıldı. Ailesi Eşleri Kızı Ayşe Sultan'a göre, babası II. Abdülhamid'in 13 eşi olmuştur. Bazı kaynaklara göre ise, bu sayı 16'dır. küçükresim|upright=0.91|sağ|II.Abdühamit'in aile soyağacı Kadın Efendileri Nâzikedâ Kadınefendi: Başkadınefendi Bedrifelek Kadınefendi: İkinci Kadınefendi Safinaz Nurefzun: İkinci Kadınefendi Bidâr Kadınefendi: İkinci Kadınefendi Dilpesend Kadınefendi: Üçüncü Kadınefendi Mezîde Mestan: Üçüncü Kadınefendi Emsalinur Kadınefendi: Üçüncü Kadın Efendi Müşfika Kadınefendi: Dördüncü Kadınefendi İkballeri Sazkâr Hanım: Baş İkbal Peyveste Hanım: İkinci İkbal Fatma Pesend Hanım: Üçüncü İkbal Behice Hanım: Dördüncü İkbal Saliha Naciye Hanım: Dördüncü İkbal Gözdeler Dürdane Hanım: Baş Gözde Calibos(Caliboz) Hanım Simperver(Nazlıyâr) Hanım Nevcedid Hanım Bergüzar Levandit Ebru Sermelek Erkek çocukları Mehmed Selim Efendi, Bedr-i Felek Kadın Efendi'nin oğlu Ahmed Nuri Efendi Mehmed Abdülkadir Efendi Mehmed Burhaneddin Efendi Abdürrahim Hayri Efendi, Peyveste Hanımefendi'nin oğlu Ahmed Nureddin Efendi Mehmed Nureddin Efendi Mehmed Abid Efendi, Saliha Naciye Hanımefendi'nin oğlu Kız çocukları Ulviye Sultan Zekiye Sultan Naime Sultan Naile Sultan Şadiye Sultan Ayşe Sultan Refia Sultan Hatice Sultan - Aliye Sultan (y.1900). Bebekken ölmüştür. Cemile Sultan (y.1900). Bebekken ölmüştür. Samiye Sultan Saliha Sultan Tartışmalı Serveti II. Abdülhamid'in diğer bir tartışmalı hususu serveti üzerinedir. Zira II. Abdülhamid şehzadeliğinden beri, tıpkı Abdülaziz ve V. Murat gibi borsa oyunlarına son derece meraklıydı. Ancak bu padişahlar içinde servetini katlayan kişi II. Abdülhamid olmuştur. Kendisi 9.000 altınlık almakta olduğu harcırahını katlamakla kalmamış tahta çıkışı anında o zamanki Osmanlı parasıyla 60.000 Lira tutan harcamaları bizzat kendi cebinden ödemiştir. Taht sırasında 100.000 altın servetinin olduğundan bahsedilmektedir. Rum asılı Yunan Vatandaşı Banker Yorgo Zarifi, tahta çıktıktan sonra ise oğlu Leonidas Zarifi, Abdülhamit'in parasını şehzadeliğinden değerlendirenler arasındaydı. Kazandığı paralarla altın tahvil almış hatta Anadolu Şimendifer ve Selanik Limanından bile tahvil alarak kara ortak olmuştur. Yine büyük çiftliklere sahip olmuştur. Boya, koyun ve buğday ticareti ile de uğraşmaktadır. Yine faize parasını yatırdığı, karşı işlerde parasını kullandığı baş mabeycisinin tuttuğu anılarında da belirtilmektedir. Osmanlı Maliyesinde Padişahların mülkleri ile ilgilenen Hazîne-i Hâssa Nezâreti denen bir nezaretçe yönetiliyordu. Hazine-i Hassa, şehzadeliği senelerinde mal edinmeye ve tasarrufa meraklı olduğu bilinen Abdülhamid’in 1876’da tahta geçmesinin ardından şekil değiştirmeye başladı. “Emlâk-i Şahâne” denen ve tek bir kişiye değil, hanedana ait olan gayrimenkullerin çoğu Hazine-i Hassa’ya devredildi ve tapuları Sultan Abdülhamid’in adına çıkartıldı. Tartışmalarda biri de bu şekilde başlamıştır. Zira Abdülhamid'in babası Abdülmecid de dahil hiçbir Osmanlı Padişahı “Hazine-i Hassa”, “Emlak-i Şahane”, “Emlak-i Hümayun” gibi adlarla muhasebeleştirilen taşınmazlardan elde edilen gelirleri kendi mülkiyetine almayı düşünmemiş doğrudan hazineye devretmiştir. Abdülmecid kendi parasıyla satın aldığı Resülayn Çiftliği'nin tapusunu bile hazineye kalsın diye üzerine almamıştır aynı şekilde Abdülhamid’in kardeşi Vahdettin’in mülkiyetinde bir handan başka taşınmazı yoktur. Buna karşın II. Abdülhamid ise tahta geçtiğinde Hazine-i Hassa’nın başına Agop, Ohannes ve Mihail Portakal Paşaları sırası ile koymakla kalmamış imparatorluğun hemen her köşesindeki sahipsiz araziler, çiftlikler ve gelir getiren daha birçok yer fermanlarla bu özel hazinenin mülkiyetine geçirilip, bir kısmının tapuları da yine Sultan Abdülhamid’in adına çıkartılmıştır. Hatta bununla da yetinilmeyerek babası Abdülmecid'in hazineye devrettiği Resülayn Çiftliği ve diğer taşınmazların tapusunun bile kendi üzerine alındığı iddia edilmekte ve bazı kimselerce kardeş hakkını mirasta ihlal, zimmete mal geçirmekle de suçlanmaktadır. 1903 yılında II. Abdülhamid'in dünyanın en zengin 3.kişisi olduğu ise Mehmet Metin Hülagü gibi bazı tarihçilerce iddia edilmekte ve Deutsche Bank of Berlin, Reichsbank; İngilizlerin The Bank of England; Amerikalıların New York Bank ile Fransa’da bilinmeyen bir bankada 250 milyon dolara yakın servetinin olduğu, Türkiye ve Osmanlı toprakları üzerinde kurşun madenlerinden çiftliklere Anadolu'da pek çok gayrimenkulün tapusunun sahiplerinden olduğu söylenmektedir. Şensözen II. Abdülhamid'in sahip olduğu tapuların 11.000 olduğunu iddia ederken Hülagü ise yaklaşık taşınmaz malvarlığını şu sözlerle belirtmektedir: Bununla birlikte Metin Hülagü 2. Abdülhamid'in, özellikle yurt dışındaki arazileri petrol stratejisinden dolayı satın aldığı, bu topraklar işgal edilse bile, şahsi malların gasp edilemeyeceğini göz önüne alarak birçok arazi ve taşınmazı kendi mülkü haline getirip işgalden kurtarmaya çalıştığı iddiasındadır. Mustafa Armağan'da bu görüştedir. Buna karşın Şensözen, Soner Yalçın gibi bir kısım gazeteci, araştırmacı ve tarihçiler ise aksi görüştedir. Kendisinin kardeş payını vermeme, kardeşlerinin elinden mirası almaya çalışma, devletten ve halktan mal kaçırma yaptığı gibi zımni veya doğrudan iddialarda bulunmaktadır. 2.Meşrutiyet'in ilanı akabinde 8 Eylül 1908’de II. Abdülhamid elindeki bir kısım mal ve gelirlerini devlet hazinesine devretti. 31 Mart olayı sonrasında II. Abdülhamid’in tapuya kayıtlı mallarının çok büyük bir kısmı ise İttihat ve Terakki liderleri ile gelen hükûmetçe devlet hazinesine geçirildi. Ancak Sultan Vahdettin 8 Mart 1920’de çıkardığı bir kararnameyle bu malları tekrar Hazine-i Hassa’ya iade etmiştir. Böylece II. Abdülhamid’in ailesine miras hakkı doğmuş gibi gözükse de işgal güçleri ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan Sevr Antlaşması’nın 240. maddesi ile bu mallara el koyulacağını belirtmiştir. Ancak Osmanlı İmparatorluğu'nun imzaladığı bu anlaşmayı Türkiye Cumhuriyeti kabul etmemiş neticede Kurtuluş Savaşı'nın kazanılması akabinde anlaşma yürürlüğe girmemiştir. Bu sebeple gerek yurtiçi ve gerekse yurtdışında pek çok dava mirasçılarca açılmış ancak bu zamana kadar mirasçıların çoğu bir başarı elde edememiştir. Öte yandan 1930'da ABD'deki bazı basın organlarında, dokuz dul eşi ve on üç çocuğuna, beş yıl süren bir davanın ardından mülkünden 50 milyon ABD doları verildiği, mülkünün 1.5 milyar ABD doları değerinde olduğu iddia edilmiştir. 150pix|küçükresim|sağ|1908'de II. Abdülhamid adına yurtdışına kaçırıldığı iddia olunan Hooker Emerald Broşu Diğer taraftan Abdülhamid'in servet tartışmasına konu bir alanda esas koleksiyonunu yaptığı mücevheratlardı. Zira, kendisinin gerek satın alarak gerekse vs. yöntemlerle elde ettiği paha biçilmez bir mücevherat koleksiyonu vardı. İşte bu koleksiyondaki, Hooker Emarald broşu gibi bazı broşların 1908'de II. Abdülhamid adına yurtdışında Paris'e kaçırıldığı da iddia edilmektedir. Sultanın bunu olası bir darbeden dolayı mücevherlerin satışından elde edilen gelirin, bir devrim olursa sürgünde rahat bir hayata kaçmasına izin vereceğini umuduyla yapmasına karşın, mücevherlerin Salomon ya da Selim Habib adlı bir tüccara satışından elde edilen paranın Jön Türk Devrimi'nin ardından gelen hükûmete düştüğü, 1911'de Habib'in, II. Abdülhamid'den aldığı mücevherleri borç geri ödemelerini karşılamak için açık artırmaya çıkardığı iddia edilmektedir. Bunun yanında Yıldız Yağması olarak bilinen 31 Mart Ayaklanmasını bastırmaya gelen hareket ordusunun bazı er ve subaylarının disiplinsizlik göstererek Yıldız Sarayına hatta hareme bile yönelerek yağmalama eylemlerinde bulunduğu ve bu yağmalama sırasında bir çanta dolusu olabileceği iddia olunan bazı mücevherlerin değerli malların alındığı ve bu kişilerce satılmış olabileceği veya bu çantanın saklanıp 1911 yılındaki bir müzayededeki satıma konu olduğu iddialar arasındadır. II. Abdülhamid'i sahip olduğu mücevherlerin bir kısmı Osmanlı İmparatorluğu'nca 1911 yılında Libya'ya çıkarma yapan İtalyanlara karşı askerlerin savunmasına destek amaçlı ve donanmaya yeni gemi alabilmek için Osmanlı maliyesine para bulmak için satılmak istenmiştir. Sultanın mücevherlerinin Paris te meşhur bir müzayede şirketi tarafından açık arttırma ile satışa çıkartılması kararlaştırılmış bu amaçla bir çanta mücevher devletçe Paris'e yollanmıştır. Fransa'da mücevher uzmanı Robert Linzeler'e satış için Osmanlı hükûmeti yetki verilmiştir. Mücevherlerin sigortalanması, teşhiri, basına yapılan reklam ilanları ve katalog basımı masrafları Linzeler'e ait olacak, satış yapıldıktan sonra toplanan paranın %3'ünü Linzeler alacak, toplanan para komisyon kesildikten sonra Paris Osmanlı bankasına yatırılacak buradan da Osmanlı hazinesine para girecekti. Açık arttırma 27 Kasım -11 Aralık 1911 tarihlerinde gerçekleşmiş, içlerinde "Doğu'nun Yıldızı" mücevherinin de olduğu parçaların hepsi satılmıştır. Satış sonrası toplanan para yaklaşık 7 milyon Franktır ancak para maalesef bankaya yatırılmamış Fransız mücevher uzmanı Robert Linzeler parayı zimmetine geçirmiştir. Ne yazık ki bu para geri alınamamıştır. II. Abdülhamid'e ait mücevherler ise 1960'larda bile müzayede salonlarında gezmiş; şu an ise Avrupa'da zenginlerin elinde gezmektedir. Popüler kültürdeki yeri Adına Yapılmış Mimari Eserler II. Abdülhamid adına yaptırılmış Kahramanmaraş Abdülhamid Han Camii. İstanbul Başakşehir İlçesi Kayaşehir 19. Bölgedeki Abdülhamid Han Camii Hakkındaki Kitap, Makale ve Tiyatro Eserleri Necip Fazıl Kısakürek'in II. Abdülhamid Han adlı bir Tiyatro eseri, ilaveten "Ulu Hakan II.Abdülhamid Han" adlı bir kitabı bulunmaktadır. Okay Tiryakioğlu'nun Abdülhamid adlı bir eseri bulunmaktadır. Necmettin Alkan, Karikatürlerle Sultan II. Abdülhamid Propaganda ve Gerçek Arasında Bir Padişah (2018) adlı kitabı vardır. Mustafa Armağan'ın Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı adlı üç ciltlik bir eseri bulunmaktadır. Orhan Koloğlu'nun Abdülhamit Gerçeği,Abdülhamit ve Masonlar bunun yanında Avrupa'nın Kıskacında Abdülhamit adlı 3 kitabı bulunmaktadır. Yavuz Bahadıroğlu'nun Kudretli Sultan II. Abdülhamid Han (Sultan-ı Cihan II.Abdülhamid Han) adlı kitabı bulunmaktadır. Kadir Mısıroğlu'nun Sultan Abdülhamid Han-Bir Mazlum Padişah isimli kitabı bulunmaktadır. Mustafa Müftüoğlu'nun Her Yönüyle Sultan Abdülhamid ve bu kitabın 2 cilt halinde tıpkı basımı "Tarihin Hükmü Abdülhamid Kızıl Sultan mı?" (Sena Neşriyat (1989)) adlı kitapları vardır. Ahmet Şimşirgil'in Osmanlı Tarihi'ni kendi görüşü ile yansıtan 11 Ciltlik Kayı adlı eserinin 10.Cildi- Kayı 10: II. Abdülhamid Han adı ile (Timaş Yayınları-2018) kendisine ayrılmıştır. Hüseyin Tekinoğlu'nun 2.Abdülhamid Han'ın Yönetim ve Liderlik Sırları (Kum Saati Yayınları-2015) isimli bir kitabı vardır. Tahsin Paşa'nın 2.Abdülhamid- Yıldız Hatıraları isimli bir anı ve hatıra kitabı vardır. François Georgeon'un Sultan Abdülhamid (Çeviren: Ali Berktay-İletişim Yayınları) adlı bir kitabı vardır. Şadiye Osmanoğlu'nun Babam Abdülhamid, Saray ve Sürgün Yılları adlı bir kitabı vardır. Cevdet Kudret'in "Abdülhamid Döneminde Sansür" isimli (1977), 2 ciltlik eseri vardır. Süleyman Kani İrtem, Abdülhamit Döneminde Hafiyelik ve Sansür, İstanbul, 1999 isimli eseri vardır. Falih Rıfkı Atay'ın "Ulu" adlı Dünya Gazetesi'nde yayınlanan (1965) bir gazete makalesi vardır. Hüseyin Nihal Atsız , kendisi hakkında Abdülhamid Han (Göksultan) isimli bir makale yazmıştır. Bunun yanında Sinan Meydan, İlber Ortaylı gibi pek çok tarihçinin, araştırmacının veya gazetecinin onu hem ağır şekilde eleştiren, hem övgülere mazhar kılan hem de yeren pek çok lehine veya aleyhine makaleleri,eserleri vardır. Hakkındaki Film, Dizi ve Belgeseller Gazi Kadın/Nene Hatun (1973) filminde Ali Poyrazoğlu tarafından canlandırıldı. Ferzan Özpetek'in yönettiği, 1999 yapımı Harem Suare filmi II. Abdülhamid'in son dönemlerini anlatmaktadır. Sultanı Haluk Bilginer oynamıştır. Abdülhamid Düşerken (2002) filminde Çetin Öner tarafından canlandırıldı. II. Abdülhamid'in Sultan Hasan olarak geçtiği ve Ömer Şerif tarafından canlandırıldığı, 1986 tarihli bir televizyon yapımı bulunmaktadır. atv'de yayınlanan Elveda Rumeli isimli TV dizisinde Tuna Orhan tarafından canlandırılmıştır. TRT yapımı 7 bölümden oluşan II. Abdülhamid belgeseli vardır. Abdülhamid'in tahta çıkışından, tahttan indirilmesine ve ölümüne kadar geçen süredeki sosyal ve siyasi gelişmeleri anlatmaktadır. Yapımcılığını Abdurrahman Demirel, yönetmenliğini Salih Özderya üstlenmiştir. TRT'de yayınlanan Çırağan Baskını adlı dizide Burç Kümbetlioğlu tarafından canlandırılmıştır. TRT'nin 2014'te yayın hayatına başlayan Filinta dizisinin 2. sezonundaki yeni padişahı Hakan Kurtaş canlandırdı. TRT 1'de 24 Şubat 2017'den 4 Haziran 2021'e kadar toplam 154 bölüm ekranda olan Payitaht: Abdülhamid dizisinde Bülent İnal tarafından canlandırılmıştır. Diğerleri Abdülhamid Han sondaj gemisine adı verilmiştir. Balkan Savaşı'nda yararlılıklar gösteren ve Cumhuriyet döneminde 1947'ye kadar hizmette bulunan Hamidiye zırhlısına 2.Abdülhamid'e ithafen önce Abdülhamid kruvazörü sonrasında ise bu ad verilmiştir. Hakkındaki görüşler küçükresim|sağ| küçükresim|sağ| küçükresim|sağ| Özellikle Ermeni isyanlarını bastırırken kullandığı yöntemler nedeniyle Batılı tarihçiler ve muhalifleri tarafından "Kızıl Sultan" diye anılmıştır. Yine bir kısım yerli tarihçiler onu sansür, donanmadaki hataları, özgürlükleri sınırlayıcı istibdat hükümleri, jurnalciliğe destek vermesi,1.Meşrutiyet sırasında meclisi kapatması, Mithad Paşayı sürgüne göndermesi, 93 harbinde yanlış sevk ve idaresi, toprak kayıpları gibi nedenlerle eleştirirken diğer taraftan onu savunan taraftarları onu "ulu hakan" gibi yüceltici lakaplarla anarlar. Mesela bu konuda 2.Abdülhamid yanında görüş ortaya koyan yazarlardan biri Necip Fazıl Kısakürek'tir. II.Abdülhamid için Abdülhamid Han adlı tiyatro eseri yazmıştır. 1965 yılında "Ulu Hakan II.Abdülhamid Han" adlı kitap çıkarmıştır. Bu eserde 2.Abdülhamid ülkesi için uğraşan, çalışan göreve gelir gelmez saray harcamalarını düşüren, sultanların yalnız değil ailesiyle yemek yemesini sağlayan, son derece yumuşak karakterli, sabırlı ama çevresi hainlerle dolu, bunlarla mücadele eden başarılar kazanan ama onların kurbanı olan bir karakter olarak gösterilmektedir. Kendisinin elinde Selanik'ten yürüyen hareket ordusunun üzerine kendi Hassa Kuvvetleri ile yürüme imkanı varken kan dökülmesin diye bunu bile yapmamıştır. Kitabın önsözünde “...her Büyük Doğu'cu bilir: İkinci Abdülhamid, Türkün özü ve temel varlığı yönünden hakkı belli başlı bir zümrece gasbedilmiş muazzam bir kurtarıcılık hüviyetidir, ve işte bütün dâva, erdirici mesele, Abdülhamîd'den ziyade bu zümreyi, içyüzüyle, membaı ve mansabıyla her türlü metod ve planıyla tanımaktır. Dâva ve mesele, koca bir tarih ve büyük bir insan hakkına yol açmak gayesinden ibarettir; ve bu hakka yol açmaya savaşanların hiç biri zerre miktarı sultancı ve saltanatçı olamaz sözleri ile başlayıp "....Türk tarihi ve sahte inkılaplar bilmecesinin anahtar şahsiyeti, Yahudi ve (jön türk) elinde asliyetsizlık ve köksüzlük hareketinin kurbanı Ulu hakan İkinci Abdülhamid hân, dedesi İkinci Mahmud’un yanında, bir gün bu bilmeceyi çözecek nesilleri beklemektedir. Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır” sözleriyle bitmektedir. Bu kitabın çıkışı akabinde bu defa 2.Abdülhamid aleyhinde yer alan bir başka yazar Falih Rıfkı Atay Ulu adlı bir gazete makalesi ile çıkan kitaba şu sözlerle sert şekilde muhalefet eder: "...Bir padişah ki budalaca kuruntu yüzünden , yirminci yüzyılda; İstanbul’a elektrik sokmaz. Telefon getirtmez. Askere manevra fişeği ile de ateş talimi yaptırmaz. Donanmayı, eğer denize açılırsa, toplarını Yıldız’a çevirip vurabilir diye, ön köprü ile bağlı Haliç’te çürütür. Bir padişah ki okullarda edebiyat dersi okutmaz. Kuru övme dışında tarih dersi verdirmez. Aşk şiirini ve romanını bile yasak eder. Kendi adıdır diye bir sabah uyanıp bütün kısa “a”lı Hamidleri uzun “a”lı Hâmid ’e ve veliahdının adıdır diye bütün Reşad adlarını Neşet’e değiştirtir. Otuz üç yıl böyle bir padişahın hükmü altında çöküp giden memlekette 1965’te onu “ulu hakan” diye ananları deneme tavşanı gibi kullanılmak üzere akıl hastanesine yollamaz da ne yaparsınız?..." Önceleri İttihat ve Terakki Fırkası içinde Abdülhamid'e karşı olan filozof Rıza Tevfik Bölükbaşı "Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhaniyetinden İstimdat" ve Süleyman Nazif, sonradan duymuş oldukları pişmanlıklarını şiirleri ile dile getirmişlerdir. Kızıl Sultan (Le Sultan Rouge) iddiası, Albert Vandal adlı bir Fransız yazar tarafından ortaya atılmıştı. Atılış sebebi, Abdülhamid'in Ermeni isyanlarını bastırtmış olmasıdır. Başta İngilizler ve Fransızlar olmak üzere Ruslar tarafından Avrupa kamuoyunda Abdülhamid'in kan dökücü, zalim bir padişah olduğu yazıldı ve karikatürler çizildi. Prof. Dr. Emre Kongar Abdülhamid döneminde yakılan kitapları listelediği yazısında, "bu sansürün arkasında 'ideolojik bir toplum mühendisliği' amacıyla, din, siyaset, tarih ve edebiyat kitaplarını da kapsayan biçimde yapılan 'düşünce yasaklamaları' ve 'toplumsal manipülasyon' vardır" ifadelerini kullanmaktadır. Tarihçi Prof.Dr.İlber Ortaylı II. Abdülhamid'i özellikle sansür konusunda eleştirmektedir. Ortaylı'ya göre Abdülhamit'in en büyük hatalarından biri donanmadaki hataları diğeri ise basına uyguladığı sansürdür. Ortaylı'ya göre "...Zaman zaman kendisinin de şikâyet ettiği bu kurum, Abdülhamid Han’dan sonra idareyi alan genç kuşağın siyasal bilgisizliğinin başlıca nedenlerinden biridir. Çünkü imparatorlukta gayri Türk milletler bir şekilde yazdılar, okudular, dışarıda basılıp gönderilen gazetelerle yetiştiler. Türklerin okuyacağı doğru dürüst hür gazete bile yoktu..." Yine Ortaylı'ya göre:"... Sansür, dışarıdaki ve içerideki Türk basınına karşı etkili biçimde uygulanıyordu. Doğa bilimleri, felsefe ve filolojide, coğrafyada atılım yapan Osmanlı biliminin, sosyal bilimlerde yerinde saymasında sansürün de payı vardı. İmparatorluğun genç nesli politik anlayış yönünden dünyanın gerisinde kalmıştı. İstanbul’da ortaoyunu hatta Karagöz’e kadar sansür ve hafiyeliğin etkisi vardı. Ama İstanbul dışına çıkıldığında bu tedbirler zayıflıyordu. Selanik’in aydınları İstanbul’dakinden daha çok nefes alıyordu ama İstanbul boğuluyordu..." Ortaylı'nın diğer bir eleştirisi de donanmanın geri bırakılması üzerinedir. Balkan Savaşı'nda Yunanlıların Averoff gemisi ile başa çıkılamamasının nedenini Ortaylı II.Abdülhamid'in donanmayı ihmaline bağlamaktadır. Yine 1.Ordu haricinde diğer askeri birlikler ve memurların düzensiz olarak ödenebilen bir sisteme oturtulamayan maaşları, renkli dış politikaya karşın hantal bürokrasi diğer bir eleştiri konusudur. Ancak aynı Ortaylı yine II. Abdülhamid'in eğitim, sağlık alanındaki reformlarını övmekte, tarafları birbirine oynatan başarılı bir diplomat olup Anadolu, İslam dünyasında genelde sevildiğini, savaşlardan bunalan halkı bir sulh dönemine soktuğunu, Düyunu umumiyeyi kendisi kursada çaresizliğinden kurduğunu belirtmektedir. Yine Ortaylı'ya göre II.Abdülhamit, I.Abdülhamit devrinde yaşasa çok daha başka şeyler olabilirdi... O gecikmiş bir Sultan Mahmut Han" şeklinde tanımlamada bulunmaktadır. Aynı Ortaylı başka bir yazısında II. Abdülhamid'in ilginç bir kişilik olup, diplomasiyi sevdiğini, öğrendiğini ve dış dünyada takdir gördüğünü, gençliğinden beri borsa ve bankacılık manevralarını iyi öğrendiğini, "Birinci Cihan Harbi boyunca onun diplomasi bilgisi ve taktiklerini İttihat ve Terakki erkânın dinlemekte fayda gördüğünü" Kadınların cenazesinde "Bizi refah içinde yaşatan padişahım, bizleri bırakıp da nereye gidiyorsun?” şeklinde ağladığını belirtmektedir. Tarihçi Halil İnalcık onunla ilgili "Abdülhamid fikir ve felsefe bakımından da Batı'yı benimseyen bir nesli ortaya çıkarmıştır."'"Son araştırmalar ortaya koymuştur ki, II. Abdülhamid dönemi, siyasette Batı fikirlerine karşı olmakla beraber, kültür ve eğitim alanında büyük atılımların gerçekleştiği bir dönemdir." şeklinde görüş ortaya koymuştur. Bir diğer tarihçi Manchester Üniversitesi öğretim üyesi Feroze Abdullah Khan Yasamee ise "Muazzam pratik ihtiyat ve gücün temelleri için bir içgüdü ile bir arada tutulan kararlılık ve çekingenliğin, içgörü ve fantezinin çarpıcı bir karışımıydı. Sıklıkla hafife alındı. Siciline bakılırsa, müthiş bir yerli politikacı ve etkili bir diplomattı." şeklinde görüş beyan etmekteydi. Bununla birlikte onun döneminde Osmanlı Avrupa'nın hasta adamı olarak değerlendirilip karikatürlere konu olmaktaydı. Doğan Avcıoğlu Abdülhamit'in diplomasi alanında yetenekli olduğunu ve devleti ele aldığında kötü durumda olduğunu bu sebeple her kötü işten kendisinin sorumlu tutulmasının haksız olduğunu belirtmektedir. Ancak bununla birlikte Abdülhamit'e ağır eleştirilerde bulunmaktadır. Ona göre II. Abdülhamid yerli sanayiye gerekli desteği vermemiştir. Osmanlı'da büyük sanayi namına bırakın şirket olarak tek bir Türk sermayeli şirket vardır. Oda emektar Abdülmecid zamanında kurulan Şirket-i Hayriye’dir. Yine ona göre 1 numaralı komprador kendisidir. Onun aktardığına göre "...Eski Mabeyn Katiplerinden Ahmet Reşit Bey, bunun o zamanın parasıyla 4 milyon Lirayı bulduğunu yazmaktadır. Bu, Sultan'ın menkul servetidir; asıl servetini gayri menkuller teşkil etmektedir. Abdülhamit, Suriye, Mezopotamya, Arnavutluk vb.'de yüz binlerce hektar araziyi özel mülkiyetine geçirmiştir. Irak'ta petrol bulunan alanları da kendi hesabına kapatmıştır..."Abdülhamit, çevresindeki hırsızlıklardan, rüşvetlerden, imtiyaz satışlarından tamamen haberdardır. Kurduğu mükemmel jurnal sistemi, ona her şeyden haberdar olma olanağını sağlamıştır. Bununla birlikte, Abdülhamit, bir hükümet etme metodu olarak, hırsızlık ve rüşveti müsamaha ile karşılamış ve hatta teşvik etmiştir. Hırsızlık ve rüşvet yoluyla, paşalar ve beyleri kendine bağlayacağına inanmıştır.... Buna “çaldır ve kazan” politikası diyebiliriz. Alman emperyalizmi «Drang Nach Osten» politikasında, Panislamizmi yararlı bir ideolojik silah olarak görmüş ve ondan sonradır ki, Abdülhamit ateşli bir Panislamist kesilmiştir. Bir yandan komprador alafrangalık, öte yandan koyu Müslümanlık. Sömürge, ya da yarı sömürge haline getirilmiş bütün İslam ülkelerinde görülen manzara budur... '' Yusuf Hikmet Bayur'da Mısır'a çeşitli vesveselerle İngiltere işgal ederken asker göndermediğini belirterek, Mithat Paşayı teslim etti diye Tunus'un işgaline göz yumdu diye onu eleştirmektedir. Tarihçi Sinan Meydan'da Avcıoğlu'nun ve Bayur'un görüşlerine aynen yer vererek desteklemekte ve ilaveten donanmayı çürüttüğü içinde onu sert şekilde eleştirmektedir. Notlar Kaynakça Konuyla ilgili yayınlar Dış bağlantılar Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesindeki Abdülhamid fotoğrafları koleksiyonu |} Kategori:1842 doğumlular Kategori:İstanbul doğumlu devlet görevlileri Kategori:1918 yılında ölenler Kategori:19. yüzyılda Osmanlı padişahları Kategori:20. yüzyılda Osmanlı padişahları Kategori:19. yüzyıl hükümdarları Kategori:20. yüzyıl hükümdarları Kategori:Osmanlı İmparatorluğu Meşrutiyet dönemi Kategori:1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda Osmanlılar Kategori:Tahttan indirilen Osmanlı padişahları Kategori:İstanbul'da ölenler Kategori:İstanbul'da defnedilenler Kategori:II. Mahmud Türbesi'ne defnedilenler Kategori:İspanya Altın Post Nişanı şövalyeleri Kategori:İki kutsal caminin hizmetkârları Kategori:Darbe ile devrilen hükümdarlar
 

Tema özelleştirme sistemi

Bu menüden forum temasının bazı alanlarını kendinize özel olarak düzenleye bilirsiniz.

Zevkine göre renk kombinasyonunu belirle

Tam ekran yada dar ekran

Temanızın gövde büyüklüğünü sevkiniz, ihtiyacınıza göre dar yada geniş olarak kulana bilirsiniz.

Izgara yada normal mod

Temanızda forum listeleme yapısını ızgara yapısında yada normal yapıda listemek için kullanabilirsiniz.

Forum arkaplan resimleri

Forum arkaplanlarına eklenmiş olan resimlerinin kontrolü senin elinde, resimleri aç/kapat

Sidebar blogunu kapat/aç

Forumun kalabalığında kurtulmak için sidebar (kenar çubuğunu) açıp/kapatarak gereksiz kalabalıklardan kurtula bilirsiniz.

Yapışkan sidebar kapat/aç

Yapışkan sidebar ile sidebar alanını daha hızlı ve verimli kullanabilirsiniz.

Radius aç/kapat

Blok köşelerinde bulunan kıvrımları kapat/aç bu şekilde tarzını yansıt.

Foruma hoş geldin 👋, Ziyaretçi

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Foruma üye olmak tamamen ücretsizdir.

Geri