On üçüncü kat bizi büyülemişti, gerçek dünyada mıyız yoksa simgesel dünyada mı sorusunu sordurarak. Hatırlıyor musunuz, Mamoru Oshii bir filminde karakterin birine şunları söyletirmişti: "Evde seni bekleyen eşinin ve kızının gerçek olduğundan nasıl emin olabilirsin? Belki de sen yalnız başına, bir odada, hayaller kuran bir adamsın." Bunu söyleyen bulundukları anın hayal mi gerçek mi olduğunu tartışıyordu. Bir de, derler ki gerçek ya da imgesel olduğu kimin umrunda ki? Yani stalker'dan şu öğreniyorduk, gerçek olan değil de, imgesel olan mutlu kılar. Ve belki de bu yüzden gerçeğe değil de imgeselle olana tav oluruz. Biliyorlar ama yine de yapıyorlar misali, yani gerçek olmadığını bilsek de onla yaşamaktan başka bir çaremiz yok, zira mutluluğun başka imkanı yok. Cobb, Mal'ı gerçek dünyaya getirdiğinde, Mal nasıl olur da gerçekte mi rüyada mı olduğuna karar veremez ve neden Mal Cobb'a rüyada kalması noktasında ısrar eder? Ama soru şu, imgesel dünyada yaşamak varken Cobb neden gerçeği rüyanın güzelliğine tercih eder? Ne de olsa rüyada cocuklarının yanı sıra karısı da var. Lacan'ın bahsettiği şey devreye girer burada, Cobb'un elindeki totem. O Cobb'a sürekli bir şekilde gerçeğin orada bir yerde var olduğunu hatırlattığı için rüya katlanılamaz olur. Peki bu şeyden kurtulmak mümkün mü? Stalker'da bir yerde yazar şu ifadeleri kullanır: "Müzede sergilenen antika bir çömleği düşünün. Zamanında yiyecek artıklarını saklamak için kullanılıyordu. Ama şimdi evrensel hayranlığın bir nesnesi. Özlü örüntüsü ve biricik biçimiyle herkes oh’larla ah’larla izliyor! Ve birdenbire hiç de antik olmadığı anlaşılıyor. Dalgacı biri onu arkeologlara yutturmuş. Sadece eğlence için. Gördüğü gibi tuhaf, hayranlık ölüyor."