Birileri avantayı kapmış, öbürleri avantayı kapmaya çalışıyor. Avrupa'da ortaçağ'dan sonra kiliseyle siyasî otorite arasında bir "iki kılıç" meselesi vardı. Yani kilise diyordu ki, "uhrevî kılıç nasıl bendeyse dünyevî kılıç da bende olacak." İmparator uhrevî kılıca pek talip olamıyordu ama "sen uhrevî kılıçla kifâyet hissine sahip ol, dünyevî kılıç gördüğün gibi pratikte benim elimde, sen ne konuşuyorsun!" diyordu. Böylece bir şey oldu. Bizim başımıza sarılan bu laiklik meselesi de bu iki kılıç meselesinin bir versiyonudur. Bugün mektep çocuklarına din ve dünya işlerinin ayrılması dedikleri şey doğrudan doğruya hıristiyan Avrupa'nın koz paylaşımı meselesidir. Fransa'nın çok ünlü başbakanlarından iki tanesi kardinaldir. Kardinal Richelieu ve kardinal Mazarin. Adamlar kardinal ama aynı zamanda başvekil. Böyle şeyler orada olagelmiş ve "papazlar bu işlere karışmasın-her işe papazlar karışsın" tezleri arasında bir hır gür yürümüş. Bunların bizim hayatımızla bir alâkası yok ama hâlihazırda sosyalizmi kendisi için iyi saymayan solcularla İslam'ı kendisi için iyi saymayan İslamcılar arasında tıpkı Avrupa'daki iki kılıç meselesi gibi bir koz paylaşımı var. Bu bilhassa 27 Mayıs 1960 sabahından itibaren daha renkli bir şey haline geldi. Önce siyah beyazdı sonra renkli oldu. Renkli olunca şöyle bir durum doğdu Türkiye'de. Amerika'yı seçenlerle Amerikalıların seçtikleri arasında bir mesele var. Yani birileri Türkiye'de söz ve para sahibi olabilmek için Amerika'yı seçmişler ve gemilerini yürütmüşler ama sonra Amerikalıların "hayır ben sizin kaşınızı gözünüzü beğenmiyorum... ben bunları seçtim" demiş. Öbürleri de Amerikalıların tarafından seçilmekten son derece memnunlar, "görüyorsun onlar beni seçiyorlar, sen ne oluyorsun!" diyor onlara. Aralarında böylece bir mesele var. Yani Amerika'yı seçenlerle Amerikalıların seçtikleri arasında bir tartışma var. Aslında tartışma demeyelim çünkü tartışma için bir konu lâzım, bunların konusu falan yok ancak ellerine geçirmek istedikleri şeyler var. Aslında ellerine geçirmek istedikleri şeyler de bir yem olarak kendilerine ikrâm edilmiş şeylerdir. Yem ama gösteriyor, koklatıyor, ondan sonra peşinden koşturuyor. O şekilde bir yem. Evet, amentü'yle bütün bunların alâkası olması lâzım. Alâkası olması nasıl mümkündür? Türkiye'de "biz şu anda dünyada işlerin çekilip çevrilmesinde etkili olanların bize verdiği icâzet kadar bir şey oluruz." diyenler var. Herkes bunu bir şekilde rasyonalize ediyor: "dünyada birileri işlerin çekilip çevrilmesinde etkili oluyor, dünyanın bir köşesinde -Türkiye'de de- bu çekilip çevrilişin bir yerinde o büyük unsurlarla bir müspet ilişki kurmalıyız ki burada da işlerimiz düzgün gidebilsin." İşte amentü'yle alâkası burada. Bu anlayış doğrudan doğruya küfrün kendisidir.