Artık basımı olmayan Adalet Ağaoğlu'nun kitabı daha önce basımını yapan İş Bankası Kültür Yayınları ne de Everest Baskısı. Elektronik kitap versiyonu da yok. Eartha Kitt'in bir sözü vardı, siyahlar yeterince siyah olmadığım için beni kendilerinden saymaz, beyazlar da yeterince beyaz olmadığım için. Belki de Adalet Ağaoğlu'nun kitabı da benzer bir saymamaya kurban gitmiş. Kendi adıma sanatı sanatçıdan ayırmaya inanıyorum ve artık basılmayan bir kitap bana ölmüş gibi geliyor. Ölen kitaplara üzülüyorum. Belki de ölmeye yatmış bir kitap olduğunu söylesem daha az üzücü olurdu. Kaderinden kitabın kendisine dönersem onu, otuzlu yıllarda bir kasaba ilkokulundan mezun olan Aysel'i merkezine alan bir bildungsroman olarak tanımlayabilirim. Aysel ile birlikte mezun olan sekiz çocuğun, onların farklı sosyoekonomik sınıftan ailelerinin, Cumhuriyet sonrası ülkenin ve Ankara şehrinin, yaklaşık kırk yıllık bir dönemdeki dönüşümünü anlatan kitap dönemini, özellikle bir kadının gözünden görmek için önemli bir eser. (Okurken Sevgi Soysal'ı çok yoğun bir şekilde anımsattı. Zaten Adalet Ağaoğlu ve Sevgi Soysal yakın arkadaşlarmış.) Aysel'in kırklı yaşlarına kadar devam eden kitap kendi içinde bölümlere ayrılıyor ve her bölümde zaman-anlatıcı atlamalarıyla farklı bir teknik kullanıyor. Ben bu teknik çeşitliliğini ve özellikle Aysel'e ait bilinç akışıyla yazılan bölümleri sevdim. Dil kullanımı, yer ve mekan betimlemeleri çok başarılı. Diğer yandan dönem anlatımı olan bölümler, kimi zaman günlük, kimi zaman mektup vb. biçimlerde yazılmış olsa da yalınkat karakterlere sahip ve maalesef bir Türk dizisi senaryosu yavanlığında. Karakterler abartılmış, kendi ağızlarından konuşurlarken bile yazarın onları gördüğü sınırlar içinde sıkışmışlar. Dönemi bilmiyorsun belki o dönem öyleydi insanlar diyeceğim de sanmıyorum, iç sesinde bile sürekli ama sürekli Ulu Önderle konuşan karakterler bana abartılmış geldi. Aysel'in son dönemini okuduğumuz bilinç akışı bölümler ise öyle değil. Gençlik yıllarını geride bırakmış bir kadının sadece hayatına değil, bedenine bakış açısı çok içten ve doğal. Aslında içten yazarken doğru kelime mi kullandım diye de düşünüyorum. Çünkü hem içeriden ve sıcak, hem de kendisine bir aynadan bakar gibi dışarıdan ve biraz da soğuk bir bakış açısı. Özellikle Aysel'in büyük ninesi Ümmü'yle ve memeleriyle olan çocukluk ilişkisi üzerinden, genç sevgilisiyle olan ilişkisini bağladığı bölüm aklımda yer etti. Vaktiyle, "bizi en çok rahatsız eden masallar aslında kendimizle ilgili kör noktalarımızı en iyi aydınlatacak olanlardır" yorumunu duymuştum. Bu anlamda masalları düşündüğümde, dev anası, hani bir memesini bir omzuna diğer memesini diğer omzuna atıp çamaşır yıkarken veya ateş başında yemek yaparken, masal kahramanının gizlice memesinden süt emdiği için süt çocuğu olduğu o masalı ciddi anlamda rahatsız edici bulduğumu hatırladım. Pörsümüş memeler ve kadının kaybolan gençliği, bunun maceracı genç kahramanlarla ilişkisi bir yandan son derece rahatsız edici diğer yandan da garip bir şekilde içinde soğuk ve acımasız bir gerçekliği de içermesi açısından dikkate değerdi. Benzer bir ilişkiyi romanın baş karakteri Aysel'den okumak, onun - belki de bahsettiği ölmek durumundan ötürü - kendisine getirdiği bu soğuk, tıpkı yabancı bir otel odasının banyosundaki aynadan (veya aynaya) bakar gibi tarafsız, acımasız, ama yine de içten ve sanki çıplak bedenine soğuk elleriyle sarılırmışçasına şefkatli bakış açısı alışılmadık ve güzeldi. Bu iki uç arasındaki git gelleri, hadi benzetirsek aynaya bakan gözle o aynadan bize bakan gözün ilişkisini, her zaman sevmişimdir. Özetle sadece bugün bize biraz uzak gelen döneme bakış açısıyla değil, kadının o hiç eskimeyen içkin bakış açısıyla okumaya değer bir kitap olduğunu düşünüyorum. Dilerim tekrar basımı başlar ve kitap ölmekten kalkar.