Üç aydır gerçekleştirmekte olduğum, bir sene daha gerçekleştirmeye devam edeceğim, akabinde ne olacağını henüz bilmediğim hadise. Turist olarak geldiğinizde sadece küçük bir dozunu almış oluyorsunuz bu şehrin. Kaldığınız süre uzadıkça, şehrin yerlileriyle, başka ülkelerden gelen expatlarla tanışıp kaliteli bir çevre oluşturunca yaşaması çok daha keyifli bir hal alıyor. Normal koşullarda dönem dönem nükseden kaygı bozukluğundan muzdarip bir insanım. Buraya geldiğimden beri değil anksiyete krizine girmek, neredeyse strese bile girmedim. Şehir ve şehrin kültürü size o rahatlığı öyle güzel empoze ediyor ki siz istemeseniz de, bir yerde kendinizi “ay ne var ya sonraki otobüse binerim.”, “ay on beş dk geç kaldım bir şey olmaz.” “daha iki gün vakit var yarın yaparım.” “o yoksa o zaman bunu yerim.” “aa sipariş yanlış gelmiş, değiştirtirim.” gibi normalde istanbul şartlarında canınızı sıkabilecek küçük şeylere doğal yoldan alternatif üretirken buluveriyorsunuz. Aynı şekilde bu rahatlık istanbul’da şehrin dinamiğine ayak uydurmaya çalışırken hırpaladığınız zihninizi de daha verimli şekilde kullanabilmeniz için size manevi bir alan açıyor. Yeniden müzik dinlemeye, meditasyon yapmaya, yazmaya ve daha çok okumaya başladım geldiğimden beri ki burada yüksek lisans yapıyor olmamın dışında aynı zamanda bir sürü farklı şeyle de eş oranlı ilgileniyor, bir yandan da networking yapmaya, henüz çıkmayan oturumuma rağmen iş imkanlarını keşfetmeye, var olan arkadaşlarımla sosyalleşebileceğim ve yeni insanlar tanıyabileceğim etkinliklerde yer almaya çalışıyorum. Sadece sokaklarında yürüyüp etrafı gözlemlemenin bile insana çok şey kattığı öyle bir şehir ki işte velhasıl, “dolce vita”, tatlı hayat. Her şeyi yapmaya vakit yaratabilecek motivasyonunuz ve enerjiniz oluveriyor.