Oldum olası, kendini okurundan daha zeki sanan yazarların metinlerinden hoşlanmam. Sorsan hiçbir yazar öyle olduğunu kabul etmez ama bunu ifade ederken bile kibrinden izler taşıyan sözcükler seçer. Ya da şöyle diyelim, bunu kabul etse bile örneğin "daha basit yazamıyorum" vb. üstten cümleler kurarlar. Ne yazık ki, Elvan Kaya Aksarı'nın bir yazar ya da anlatıcı olarak kendini gizleyemeyen, arkadan sürekli kadraja giren hali benim epeyce tadımı kaçırdı. Anlatıcının sık sık araya girmesi, okura akıl verircesine tespitlerde bulunması okuma hazzının kesintiye uğramasına, okurun kendi çıkaracağı sonuçlara müsaade etmeyip kendi tespitini söyleyerek okurdan daha zeki olduğuna dair bir çıkıntılık yapmasına neden oluyor. Amacı bu mudur bilemeyiz, ama pozisyonunuzu çıktığınız liman değil, vardığınız liman belirler. Elbette biz okurlar, elimizdeki metnin bir kurgu olduğunu, en nihayetinde hayatın sırrını vermediğini biliyoruz. En başında yazarla bir zımni anlaşma yapıp, inanmaya ve ikna olmaya teşne iken, durup durup aradan fırlaması bu anlaşmayı bozuyor bence. Birileri bunu yazara söylemeli. Normalde bu işler editörün görevidir ama, onun elini bağlayan ne oldu bilemedim, ya da o da önemsemedi.
Yeri gelmişken, bir edebi metindeki ironinin, yer yer sarkazmın dozunu iyi ayarlamak gerekir diye düşünüyorum. Yazar çok parlak bir ironi bulmuştur, coşmuştur, onun albenisine kapılmıştır, tabiri caize "dur şunu da şurada patlatayım" demiştir. Muhtemelen yazarların, yazarken böyle bir coşku/öfori yaşaması doğaldır. Sorun, metinden bir miktar uzaklaştıktan sonra bunu fark edemeyip aynı heyecana kapılmakta. Gene burada editörün mevzuya el atması gerekirdi.
Hacmen biraz ince bir kitap olmuş. Olaylara, karakterlere ve akışa bakınca, daha anlatılacak epeyce bir şeyler var diye umuyorsunuz ama o da ne? Novella bitivermiş. Faydalı faydasız bir sürü karakter yaratılmış, bunların anlatıyla ilgileri ya da etkileri nedir, biz okurlar çözemiyoruz. Olmasalardı ne değişirdi, bilemiyoruz... Sosyal hizmetlerdeki bürokrasi/işleyiş konusunda çok iyi şeyler anlatıyorken, orasını da kadük bırakıyor. Yukarıda söz edilmiş, saatleri ayarlama enstitüsü'ndeki bürokrasiye de bir atıf yapma ya da onu biraz daha günümüz koşullarında yeniden tanımlama olanağı varken üstelik. Sosyal hizmetlerde olan bitenler maalesef okurlar ile yazar arasındaki bir dedikodudan öte gidemiyor. Halbuki çok iyi fırsatlar vardı. Örneğin sosyal hizmetçi Aydın'ın. "Ben raporumu yazarım, hastane deli olup olmadığına karar verir" derken de Hannah Arendt'in kötülüğün sıradanlığına atıf var gibidir. Yani herkes sadece kendisine verilen emirleri ya da yönetmelikleri uygulamaktadır ve ne vicdani ne de insani bir sorumluluk almaktadır. Açıkçası yazarın burayı biraz daha deşmesini dilerdim.
Kitabın ismi, "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" bile okura çok şeyler vadediyor gibi, ama bence maalesef daha geniş bir romanın taslağı/sinopsisi olarak kalmış, önemli bir fırsat heba edilmiş.
Yeri gelmişken, bir edebi metindeki ironinin, yer yer sarkazmın dozunu iyi ayarlamak gerekir diye düşünüyorum. Yazar çok parlak bir ironi bulmuştur, coşmuştur, onun albenisine kapılmıştır, tabiri caize "dur şunu da şurada patlatayım" demiştir. Muhtemelen yazarların, yazarken böyle bir coşku/öfori yaşaması doğaldır. Sorun, metinden bir miktar uzaklaştıktan sonra bunu fark edemeyip aynı heyecana kapılmakta. Gene burada editörün mevzuya el atması gerekirdi.
Hacmen biraz ince bir kitap olmuş. Olaylara, karakterlere ve akışa bakınca, daha anlatılacak epeyce bir şeyler var diye umuyorsunuz ama o da ne? Novella bitivermiş. Faydalı faydasız bir sürü karakter yaratılmış, bunların anlatıyla ilgileri ya da etkileri nedir, biz okurlar çözemiyoruz. Olmasalardı ne değişirdi, bilemiyoruz... Sosyal hizmetlerdeki bürokrasi/işleyiş konusunda çok iyi şeyler anlatıyorken, orasını da kadük bırakıyor. Yukarıda söz edilmiş, saatleri ayarlama enstitüsü'ndeki bürokrasiye de bir atıf yapma ya da onu biraz daha günümüz koşullarında yeniden tanımlama olanağı varken üstelik. Sosyal hizmetlerde olan bitenler maalesef okurlar ile yazar arasındaki bir dedikodudan öte gidemiyor. Halbuki çok iyi fırsatlar vardı. Örneğin sosyal hizmetçi Aydın'ın. "Ben raporumu yazarım, hastane deli olup olmadığına karar verir" derken de Hannah Arendt'in kötülüğün sıradanlığına atıf var gibidir. Yani herkes sadece kendisine verilen emirleri ya da yönetmelikleri uygulamaktadır ve ne vicdani ne de insani bir sorumluluk almaktadır. Açıkçası yazarın burayı biraz daha deşmesini dilerdim.
Kitabın ismi, "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" bile okura çok şeyler vadediyor gibi, ama bence maalesef daha geniş bir romanın taslağı/sinopsisi olarak kalmış, önemli bir fırsat heba edilmiş.