23 Temmuz 2011 tarihli bir köşe yazısından alıntı:
"1800'lü yıllarda, Avrupalı asiller, özellikle de denizi ve güneşi pek olmayan İngiliz ve Ruslar, güneşi eksik olmayan kumsallarda yazlıklar yaptırmaya başladılar. Bugün Fransız Rivierası denen uçsuz bucaksız doğal kumsallar onlar için çok cazipti. Aynı yıllarda Fransız işçileri de, hızla gelişen devrimler sonucu yaşamlarını değiştirdiler ve geliştirdiler. Yıllık ücretli izin hakkı, bir sosyal devrim getirdi. İşçiler de artık tatil yapabileceklerdi... Nerede? Güneşli sahillerde tabii. Çağlar boyu, bir yandan korsan baskınları, öte yandan verimsiz, tarla olmaz, ağaç dikilmez kum yığınları yüzünden on para etmez sahiller birden değerlenmeye başladı. Sahillerin arkasında dağlarda ve tepelerde yaşayan köylüler, kıyılardaki kazancı fark ettiler. Sahil köyleri, pansiyonlar, kafeler ve restoranlar kurulmaya, yaşam dağlardan sahile inmeye başladı. İnenler arasında Aristide adlı bir fırıncı da vardı. 1889'da, yerleştiği sahil köyünde, deniz kenarında bir fırın kurdu ve orada kendi icadı bir kek satmaya başladı. Satışlar iyi gidince, müşteriler artınca, fırının yanına bir çayevi açtı. Çay ve keki kendi salaş masalarında servis ediyordu. 1930'lu yıllarda, dükkânın önündeki kaldırıma üçgen masalar ve minik tekne sandalyeleri dizdi. Hepsinin rengi kırmızıydı. Üzerlerine gölge yapan tente dahil... Üç kenar masalı dekorun hedefi, her oturanın, geçen herkesi görebilmesiydi. Şimdi 2000'li yıllar... Kafe aynı yerde... Aynı kırmızı masalar, sandalyeler... Aynı kırmızı tente... Sırrı ailece saklanan aynı kek ve çay... Yönetim artık üçüncü kuşakta... Ama onlar da dükkânın adı olan, aynı soyadını taşıyorlar... Senequier... Le Senequier... St. Tropez limanındaki dünyanın belki de en ünlü kafesi... Oraya gitmek, o çay ve keki yemek, orada oturmak her turistin hayatında bir özlem... Oturdum defalarca... Ne görüyorsun? Hayır... Deniz kenarı ama deniz falan yok, Le Senequier'de... Çünkü minik liman yapışık düzen bağlanmış devasa teknelerle dolu. Gördüğünüz, kıçtan kara etmiş teknelerin popoları... Ama o değil, orada oturma sebebi... Onlarca yıldan beri değişmeyen dekor, değişmeyen masalar, sandalyeler, değişmeyen kırmızı renk ve değişmeyen kekle, sabahın yedi buçuğunda açılıp gece artık son müşteri terk edene kadar açık kalan, masaları daima dolu, günde üç vardiya ile servis yapan 20 garsonla hizmet veren kafe, korkunç fiyatlarına rağmen etrafı seyretmek isteyenler için müthiş cazip... Etrafta ne var peki? İnsanlar... Dünyanın insanları... Dünyanın dört bir yanından gelmiş, her türden, her cinsten, her ırktan insanlar... Kıçtan kara etmiş teknelerin dolar milyoneri sahiplerinin gözüne çarpıp davet almak için en şuh kılıklarla turlayan sarışınlar... Muhteşem Boğaz manzarasına bakan teras restoranlara giderim mesela... Karşılayan şef, denizi en güzel gören koltuğu kavrar ve çeker, 'Buyrun' diyerek... Ben tam karşıdaki, denize sırtı dönük koltuğa otururum. Çünkü orası dükkâna bakar. Dükkânın içindekilere... Giren çıkanlara... Insana bakar... Benim manzaram insandır... 20 yıldan fazla Ortaköy'de, karşısındaki otoparktan başka manzarası olmayan Ertekin'de oturmamın sebebi bu... Ertekin'in yeri Ortaköy'ün nizamiyesi... Oraya gelen buradan geçmek zorundur. Günün her saatinde iki yönlü akıntı halinde bir insan nehri akar, Ertekin'in önünden... Her tür insan... Memleketimin dört bir yanından gelenler için bir mecburi durak noktasıdır Ortaköy... Mutlak gelirler... Dünyanın dört bir yanından gelirler... Japonlar... Güney Koreliler... Hintliler... Kazaklar... Türkler... Ruslar... İspanyollar, İtalyanlar, Yunanlılar... Şimdilerde hem de nasıl bol Araplar... Yüzlerce, binlerce gelirler... Onlara bakarken vaktin nasıl geçtiğini anlamazsınız..."
"1800'lü yıllarda, Avrupalı asiller, özellikle de denizi ve güneşi pek olmayan İngiliz ve Ruslar, güneşi eksik olmayan kumsallarda yazlıklar yaptırmaya başladılar. Bugün Fransız Rivierası denen uçsuz bucaksız doğal kumsallar onlar için çok cazipti. Aynı yıllarda Fransız işçileri de, hızla gelişen devrimler sonucu yaşamlarını değiştirdiler ve geliştirdiler. Yıllık ücretli izin hakkı, bir sosyal devrim getirdi. İşçiler de artık tatil yapabileceklerdi... Nerede? Güneşli sahillerde tabii. Çağlar boyu, bir yandan korsan baskınları, öte yandan verimsiz, tarla olmaz, ağaç dikilmez kum yığınları yüzünden on para etmez sahiller birden değerlenmeye başladı. Sahillerin arkasında dağlarda ve tepelerde yaşayan köylüler, kıyılardaki kazancı fark ettiler. Sahil köyleri, pansiyonlar, kafeler ve restoranlar kurulmaya, yaşam dağlardan sahile inmeye başladı. İnenler arasında Aristide adlı bir fırıncı da vardı. 1889'da, yerleştiği sahil köyünde, deniz kenarında bir fırın kurdu ve orada kendi icadı bir kek satmaya başladı. Satışlar iyi gidince, müşteriler artınca, fırının yanına bir çayevi açtı. Çay ve keki kendi salaş masalarında servis ediyordu. 1930'lu yıllarda, dükkânın önündeki kaldırıma üçgen masalar ve minik tekne sandalyeleri dizdi. Hepsinin rengi kırmızıydı. Üzerlerine gölge yapan tente dahil... Üç kenar masalı dekorun hedefi, her oturanın, geçen herkesi görebilmesiydi. Şimdi 2000'li yıllar... Kafe aynı yerde... Aynı kırmızı masalar, sandalyeler... Aynı kırmızı tente... Sırrı ailece saklanan aynı kek ve çay... Yönetim artık üçüncü kuşakta... Ama onlar da dükkânın adı olan, aynı soyadını taşıyorlar... Senequier... Le Senequier... St. Tropez limanındaki dünyanın belki de en ünlü kafesi... Oraya gitmek, o çay ve keki yemek, orada oturmak her turistin hayatında bir özlem... Oturdum defalarca... Ne görüyorsun? Hayır... Deniz kenarı ama deniz falan yok, Le Senequier'de... Çünkü minik liman yapışık düzen bağlanmış devasa teknelerle dolu. Gördüğünüz, kıçtan kara etmiş teknelerin popoları... Ama o değil, orada oturma sebebi... Onlarca yıldan beri değişmeyen dekor, değişmeyen masalar, sandalyeler, değişmeyen kırmızı renk ve değişmeyen kekle, sabahın yedi buçuğunda açılıp gece artık son müşteri terk edene kadar açık kalan, masaları daima dolu, günde üç vardiya ile servis yapan 20 garsonla hizmet veren kafe, korkunç fiyatlarına rağmen etrafı seyretmek isteyenler için müthiş cazip... Etrafta ne var peki? İnsanlar... Dünyanın insanları... Dünyanın dört bir yanından gelmiş, her türden, her cinsten, her ırktan insanlar... Kıçtan kara etmiş teknelerin dolar milyoneri sahiplerinin gözüne çarpıp davet almak için en şuh kılıklarla turlayan sarışınlar... Muhteşem Boğaz manzarasına bakan teras restoranlara giderim mesela... Karşılayan şef, denizi en güzel gören koltuğu kavrar ve çeker, 'Buyrun' diyerek... Ben tam karşıdaki, denize sırtı dönük koltuğa otururum. Çünkü orası dükkâna bakar. Dükkânın içindekilere... Giren çıkanlara... Insana bakar... Benim manzaram insandır... 20 yıldan fazla Ortaköy'de, karşısındaki otoparktan başka manzarası olmayan Ertekin'de oturmamın sebebi bu... Ertekin'in yeri Ortaköy'ün nizamiyesi... Oraya gelen buradan geçmek zorundur. Günün her saatinde iki yönlü akıntı halinde bir insan nehri akar, Ertekin'in önünden... Her tür insan... Memleketimin dört bir yanından gelenler için bir mecburi durak noktasıdır Ortaköy... Mutlak gelirler... Dünyanın dört bir yanından gelirler... Japonlar... Güney Koreliler... Hintliler... Kazaklar... Türkler... Ruslar... İspanyollar, İtalyanlar, Yunanlılar... Şimdilerde hem de nasıl bol Araplar... Yüzlerce, binlerce gelirler... Onlara bakarken vaktin nasıl geçtiğini anlamazsınız..."